Hakkımda

27 Mayıs 2015 Çarşamba

Enerji İthalatı ve MİLRES Projesi

Yüksek oranda enerji açığı olan Türkiye, hem dünyadaki trendi yakalamak, hem de bir nebze de olsa önemli bir kısmı enerji ithalatından kaynaklanan dış ticaret açığı ve cari açık problemlerini hafifletebilmek amacıyla özellikle 2005 yılından sonra yenilenebilir enerji teknolojilerinden elektrik üretimi ile ilgili adımlar atmaya başladı. İlgili adımlar atılmaya başlandı ama istenilen sonuçların alınabilmesi için daha fazlası gerekiyor.

2011 yılında, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en yüksek bütçeli Ar-ge projesi olarak tanımlanan MİLRES (Milli Rüzgar Enerjisi Santrali) projesi açıklandı. Dört yıl süren bu proje ile yenilenebilir enerji teknolojilerine yapılacak olan yatırımlarla elde edilmesi amaçlanan kazanımlara ulaşılabilecektir.

MİLRES Neden Önemli?

Birçok insan, yenilenebilir enerji teknolojileri ile bedava enerji (en azından ithalata ihtiyaç duymadan) elde edileceğini düşünmektedir ve gözü kapalı bir şekilde, ne olursa olsun bu yatırımların yapılmasını istemektedir. Ancak bu yatırımlardan elde edilecek olan kazanımların tatmin edici olması için (ekonomik olarak) üretim sürecindeki katma değerin büyük bir kısmının Türkiye'de kalması gerekmektedir. Aşağıda, bir rüzgar türbininin yatırım maliyetlerini gösteren bir grafik bulunmaktadır. Bu grafik, 2,5 MW kapasiteli (MİLRES ile ilgili haberde 2,5 MW kapsiteden bahsediliyor) bir RES için maliyet kırılımını göstermektedir.

Yukarıdaki grafikte; 2,5 MW kapasiteli bir RES için MW başına maliyetler görülmektedir. Bu durumda, mevcut haliyle Türkiye yapmış olduğu her bir RES yatırımı için toplam 1.480.000 $ ödeme yapacak, bunun ise yalnızca 210.000 $ tutarındaki bölümü Türkiye'de kalacaktır. Yani aslında RES yatırımı ile 1.270.000 $ peşinen ithalat yapılmaktadır. Türkiye'nin 3.000 MW rüzgar enerjisi kurulu gücü olduğunu varsayarsak, bugüne kadar yerli kaynaklar ile elektrik üretmek adına 3.000 x 1.270.000 $ = 3.810.000.000 $ ithalat yapıldı. Bu yüksek ithalatın sebebi ise, nakliyede ortaya çıkan sebeplerle, yalnızca kulenin kurulum yapılacak ülkede üretilmesidir. Diğer bütün mekanik ve elektronik aksam ve parçalar ihtal edilmektedir. Eğer Türkiye yenilenebilir enerji kaynakları ile enerji ithalatını dizginlemek istiyorsa, teknoloji tasarımı ve üretimine de yatırım yapmalıdır.

Eğer MİLRES hem teknolojik, hem de ekonomik olarak başarılı olursa Türkiye gerçekten de eneriye ilişkin ithalatını azaltabilir. Projede mutlaka ithal parçalar da kullanılacaktır ancak önemli olan ortaya çıkan katma değerin mümkün olduğunca büyük bir kısmının ülkede kalmasıdır. Yukarıdaki kırılımın yüzdesel dağılımı, aşağıdaki grafikte görülmektedir.

Mevcut teknoloji ile Türkiye'ye yapılan bir RES yatırımının yalnızca %14'lük kısmı Türkiye'de milli gelire katılmakta ve çarpan etkisi oluşturmaktadır. Bu oran arttıkça, yapılan yatırımların milli gelire katkısı da artacaktır. Geri kalan % 86'lık kısım ise ithal edilmektedir.

MİLRES'i yalnızca rüzgar teknolojisi olarak düşünmemek gerekir. Eğer jeneratör tasarımı ve üretimi (ekonomiklik her zaman dikkate alınmalı) yapılabilirse, ilerleyen dönemlerde doğal gaz çevrim santralleri, hidroelektrik santraller ve diğer termik santrallerin de yerlileştirilmesi yolunda çok önemli bir adım atılmış olacaktır.

26 Mayıs 2015 Salı

Yenilenebilir Enerji ve Petrol


Yenilenebilir enerji teknolojilerinin yaygın bir şekilde kullanımı, 1970'li yıllardaki petrol şokları ile başlamıştır. Bu dönemde petrol ve dolayısıyla enerji fiyatlarındaki artışlar (o dönemde dünya enerji arzının çok büyük bir kısmı petrol kaynaklıydı) daha önceleri pahalı olan yenilenebilir enerji teknolojilerinin nisbi fiyatını düşürmüştür. 1970'li yıllarda Avrupa ülkelerinde ve ABD'de güneş enerjisinden ısı ve elektrik elde edilmesine yönelik teknolojik yatırımlar hızla artmıştır. Isıl güneş enerjisi teknolojilerinin tasarımı ve verimliliği geliştirilmiştir ve evlerde kullanımı hızla yaygınlaşmıştır.

Yenilenebilir enerji teknolojileri ile ilgili çalışmaların yoğunlaşması, genellikle dünyanın enerji şokları ile karşılaştığı dönemlere denk gelmektedir. Roma Klübü, 1972 yılında "Büyümenin Sınırları" isimli bir rapor yayınlamıştır. Bu rapor, kısaca doğal kaynakların kullanımının artması ve ekosistemin zarar görmesi sebebiyle ekonomik büyümeye sürdürülebilir kaynaklarla devam edilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Bu raporun yayınlanmasından bir yıl sonra 1973 yılında Birinci Petrol Şoku dünya petrol ve dolayısıyla enerji fiyatlarını arttırmıştır (3$/varil seviyesinden 12$/varil seviyesine yükselmiştir). O dönemlerde verimliliği düşük olan yenilenebilir enerji sistemleri, petrol fiyatlarının artmasıyla birlikte  ekonomik daha makul teknolojiler haline gelmiştir.

Dünya tam yeni petrol fiyatlarına alışmışken,  1970'lerin sonunda, dünya İkinci Petrol Şoku ile karşı karşıya kalmıştır. 1979 yılında İran İslam Devrimi ile birlikte, ham petrol fiyatları 14$/varil seviyesinden 39$/varil seviyesine yükselmiştir.

1970'li yıllar, insanların petrole alternatif bir kaynak arayışlarının o zirve yaptığı dönemlerden birisidir. Büyümenin Sınırları isimli rapor yayınlandıktan tam bir yıl sonra, 1973 yılındaki OPEC krizi ile birlikte; petrol kaynaklarına sahip olmayan ülkeler ekonomik güçleri sayesinde bu şoktan fazla etkilenmemiş olsalar da gelecekte bu riskten kaçınabilmek amacıyla yenilenebilir enerji yatırımlarına kaynak ayırmaya başlamışlardır. Daha sonra İran kaynaklı petrol fiyatı artışı da yenilenebilir enerji politikaları için katalizör görevi görmüştür.

1980 yılındaki 39$/varil fiyatının ardından, ham petrol fiyatları 1985 yılında tekrar 11$/varil seviyesine düşmüştür ve yenilenebilir enerji teknolojileri tekrar nisbi olarak pahalı hale gelmiştir. Ham petrol fiyatındaki bu fiyat düşüşünün sebebi, yüksek fiyatlar sebebiyle tüketimin düşmesi ve buna karşılık üretici ülkelerin arzı arttırmasıdır. Ham petrol fiyatlarının düştüğü bu dönem, petrol bolluğu dönemidir (Oil Glut). Petrolde düşük ve istikrarlı fiyatlar 2000'li yıllara kadar devam etmiştir ancak küresel ekonominin hızla büyüdüğü bir süreç olan 2000'li yıllar (Ortadoğu'daki çatışmaların da etkisiyle), ham petrol talebinin arttığı ve buna karşılık fiyatların yükseldiği bir dönemdir. Ham petrol fiyatlarının tekrar artması, başta hidrokarbon kaynaklara sahip olmayan Avrupa olmak üzere birçok ülkede yenilenebilir enerji teknolojilerine yatırımların tekrar hızlanmasını sağlamıştır.

Yenilenebilir enerji ve hidrokarbon birbirlerinin ikamesi sayılabilecek (henüz tam ikame değil) mallardır ve ikame mallardan birinin fiyatı yükseldiğinde, diğerine olan talep de artmaktadır. Gelecekte ise yenilenebilir enerji kaynaklarının hidrokarbonları ikame etme gücü yükseldiğinde (elektrikli araba, elektrik ile ısınma vs.) iki alternatif arasındaki ilişki daha sıkı olacaktır.

18 Mayıs 2015 Pazartesi

Para Ne İşe Yarar?

Para; bir ekonomideki mal ve hizmet alım satımında kullanılan mübadele aracı, ortak hesap birimi ve değer biriktirme aracıdır. Kalın karakterler ile yazılanlar, aynı zamanda paranın en temel üç temel işlevidir. Bu üç temel işlevi yerine getirebilecek herhangi bir araç para yerine geçebilir. Altın, gümüş, deniz kabukları gibi cisimler tarihte para olarak kullanılmıştır. Adam Smith, Ulusların Zenginliği isimli eserinde, çeşitli yer ve zamanlarda para olarak kullanılan araçlara örnekler vermiştir:

Birinci Kitap - Emeğin Üretici Güçlerini Geliştiren Nedenler İle Emek Ürününün Türlü Halk Tabakaları Arasındaki Doğal Dağılışının Bağlı Olduğu Düzen Üzerine
Dördüncü Bölüm - Paranın Kökeni ve Kullanılışı Üzerine
Sayfa 25: "Bu amaç için, birbiri ardından çok başka başka nesnenin akıl edilip kullanılmış olması muhtemeldir. Topluluğun ilerlememiş çağlarında alışverişteki ortaklaşa aracın hayvan olduğu söylenir. Pek elverişsiz bir araç olması muhtemel ise de, eski zamanlarda eşyaya çoğu kez, elde edilmeleri için karşılık olarak verilen hayvan sayısı ile paha biçildiğini görüyoruz. Homeros, Diomede'in zırhı ile kalkanının yalnızca dokuz öküz ettiğini; Glaucus'un zırhının ise yüz öküz ettiğini söyler. Alışverişte ve değiş etmede kullanılan ortaklaşa aracın, Habeşistan'da tuz; Hindistan kıyılarındaki kimi bölgelerde bir tür deniz hayvanının kabukları; Newfoundland'da kuru morina balığı; Virginia'da tütün; Batı Hind Adaları'ndaki sömürgelerimizden kiminde şeker; birtakım başka ülkelerde post ya da tabaklanmış deri olduğunu söylerler. Bana anlattıklarına göre, bugün İskoçya'da bir işçinin ekmekçiye ya da meyhaneye, para yerine çivi götürdüğünün çok olduğu bir köy varmış." 

Paranın Fonksiyonları

İnsanlar paraya neden ihtiyaç duymuşlardır? Bireyler küçük çaplı üretim faaliyetlerine başladıktan sonra, yavaş yavaş işbölümüne ve uzmanlaşmaya doğru bir ilerleme olmuştur. Böylece her bir birey, farklı ürünleri üretmiş ve ihtiyacı olanlar ile mübadele etme yoluna gitmiştir. Bu tür bir piyasa mekanizması, insanları ihtiyaçları olan ürünlerin; süt, ayakkabı, elbise ve birkaç çeşit gıda ile sınırlı olduğu bir dönemde para olmadan da işleyebilir. Bireylerin ihtiyaçları ve dolayısıyla ticarete konu olan mal ve hizmet miktarı arttıkça, artık bu mal ve hizmetlerin birbirleri arasındaki değişim oranlarının hesaplanması zorlaşmıştır. Bu noktada paranın mübadele aracı işlevi gerekmektedir.

Toplumda her bir birey yeteneklerine ve tecrübelerine göre faklı mal ve hizmetler üretmekte ve bunları mübadele etmektedirler. Bu durumda her bir bireyin üretmiş olduğu mal ve hizmetler de farklı niteliklerde olacaktır. Bu farklı mal ve hizmetlerin mübadelesi, her bir bireyin ihtiyacına göre şekillenir. Süt üreten birisi, ürününü ayakkabı ile mübadele etmek isteyebilir. Ayakkabı üreten birisinin ise av silahlarına ihtiyacı varsa, aralarında doğrudan bir alışveriş yapılamaz. Bir taraf süt karşılığında ayakkabı isterken, diğer ayakkabı karşılığında av silahları istemektedir. Bu durumda alışverişin gerçekleşebilmesi için süt üreten kişinin önce av silahları üreten birisiyle mübadeleye girmesi, daha sonra ise bu silahları ayakkabı üreten kişi ile değiştirmesi gerekmektedir. Piyasanın işleyişini zorlaştıran bu durumun üstesinden gelinebilmesi için ise, paranın ortak hesap birimi işlevi gerekmektedir.

Paranın mübadele aracı ve ortak hesap birimi olmasıyla ilgili olarak, Adam Smith Ulusların Zenginliği isimli kitabında örnekler vererek paranın ticareti nasıl kolaylaştırdığını anlatmıştır:

Birinci Kitap - Emeğin Üretici Güçlerini Geliştiren Nedenler İle Emek Ürününün Türlü Halk Tabakaları Arasındaki Doğal Dağılışının Bağlı Olduğu Düzen Üzerine
Beşinci Bölüm - Malın Gerçek Fiyatı İle İtibari Fiyatı Yahut Bunların Emek Olarak Fiyatı İle Para Olarak Fiyatı Üzerine
Sayfa 23: "Gelgelelim, trampa ortadan kalkıp para alışverişin ortaklaşa aleti olunca, her ayrı mal bir başka mal ile değil, çoğu kez para ile değişilir. Kasabın, sığır etini yahut koyun etini ekmek veya bira ile değiştirmek üzere ekmekçiye ya da biracıya götürdüğü olmaz. O bunları pazara götürüp orada para ile değiş eder. Sonra, bu parayı da ekmek veya bira ile değiş eder. Bunlara karşılık aldığı para miktarı, sonradan bu para ile satın alabileceği ekmek ve biranın miktarını belirlemiş olur. Şu halde; onların değerini doğrudan doğruya değiş ettiği nesne ile, yani para miktarı ile takdir etmeyi, kasap, ancak bir başka malın araya girmesi ile değiş edebileceği mallarla, yani ekmek ve bira miktarı ile takdir etmekten daha doğal bulur; daha açıkça kavrar. Et, üç veya dört libre ekmek yahut üç dört quart (bir litreden biraz fazla bir ölçü) hafif bira ediyor demektense, etin libresinin üç dört peni ettiğini söylemek daha elverişlidir. İşte her malın değişim değerine, emek miktarı veya değiş edilebilecek herhangi başka mal yerine, çokluk, para miktarı ile paha biçilmesi bundan ileri gelmektedir."

Son olarak, bireyler toplumda istek ve ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla gerçekleştirdikleri tüketimden daha fazla üretim yapabilirler. Bu fazla üretim ise tasarrufu oluşturur. Paranın olmadığı bir ekonomide, süt üreten kişiler tüketemedikleri sütü farklı ürünler ile değiştirmek isteyebilirler ancak bazı ihtiyaçlar ve ürünler belirli dönemlere ait olduğundan,  arz ve talep aynı anda karşı karşıya gelmeyebilir. Süt üreten birisi, elindeki fazla sütü ihtiyacı olan ayakkabı ile mübadele etmek isterse, aynı anda karşısında ayakkabı karşılığında süt almak isteyen birisini bulmak zorundadır. Süt üreticisi, sütün bozulması durumunda zarar edeceğinden bir an önce bu mübadeleyi gerçekleştirmek ister çünkü üretmiş olduğu sütü biriktirerek tasarruf yapamaz. Fazla üretimini servet olarak biriktirebileceği ve ihtiyacı olduğu anda kullanabileceği likiditesi yüksek bir birime dönüştürmelidir. Bu durumda değer biriktirme işlevine sahip bir araca da ihtiyaç vardır.

Birinci Kitap - Emeğin Üretici Güçlerini Geliştiren Nedenler İle Emek Ürününün Türlü Halk Tabakaları Arasındaki Doğal Dağılışının Bağlı Olduğu Düzen Üzerine
Dördüncü Bölüm - Paranın Kökeni ve Kullanılışı Üzerine
Sayfa 24: "Ama, işbölümü yeni yeni oluşmaya başlarken, bu değiş etme gücünün faaliyeti, sık sık pek büyük engellerle karşılaşmış, çok zorluğa uğramıştır. Diyelim ki, bir adamın elinde falan maldan, gereksindiğinden fazla; bir başkasında ise, ihtiyacından az vardır. Bundan ötürü, birinici kimsenin,bu fazlanın bir kısmını elden çıkarmak; ötekinin ise, bunu satın almak işine gelecektir. Fakat, tesadüf, bu ikinci kimsenin elinde de ötekinin gereksindiği bir nesne yok ise bunlar arasında değiş yapılamaz. Kasabın dükkanında, kendi yoğaltabileceğinden (tüketebileceğinden) fazla et vardır. Biracı da, ekmekçi de bunun bir kısmını satın almak isterler. Ancak, karşılık olarak verebilmek için, bunların elinde, uğraştıkları zanaatın çeşitli ürünlerinden başka şeyleri yoktur. Kasapta da, tez elden gereksindiği bütün ekmekle bira vardır. Bu durumda, bunlar arasında bir değiş etme olamaz. Ne kasap onlara satıcı, ne de onlar ötekine müşteri olabilir. Böylece, hepsi de birbirlerine karşılıklı yararlı olabilmekten uzaktır. Toplulukta, işbölümünün ilk yerleşmesinden sonraki her dönemde, bu gibi hallerin biçimsizliğini önlemek isteyen her tedbirli adam, kendi çalışmasının ürününden başka, karşılığında emeğinin ürününü vermemezlik edenin pek çıkmayacağını sandığı şu ya da bu maldan bir miktarını hep yanında bulundurabilecek şekilde işlerini ayarlamaya, çaba göstermiş olsa gerektir."

Yazının üzerindeki resimde, hayali bir piyasa bulunmaktadır. İnsanlar arz ettikleri hizmetleri ve talep ettikleri hizmetleri ilan etmişlerdir. Paranın olmadığı bir piyasada, fiyat etiketleri benzer şekilde olacaktır ve dolayısıyla mekanizma işlemez hale gelecektir.

13 Mayıs 2015 Çarşamba

Almanya Yenilenebilir Enerjide Neyi Nasıl Yaptı?

Almanya, özellikl 2000'li yılların başından itibaren, dünya ekonomisinin hızla büyümeye başlamasını da fırsat bilerek, yenilenebilir enerji teknolojilerinin hemen hemen tamamında liderliğe yükselecek şekilde yatırım yapmaya başlamıştır. Dünyada alternatif enerji kaynaklarına yönelik arayışlar, genellikle petrol fiyatlarıyla paralellik göstermektedir. Petrol fiyatlarının arttığı dönemlerde, insanlar yenilenebilir enerji teknolojilerine yönelmekte, fiyatlar düştüğünde ise unutmaktaydılar. Ancak bu kez durum farklı. Artık yenilenebilir enerji teknolojileri geri dönüşü olmayacak bir şekilde hayatımıza girmiş bulunmaktadır. Bu geri dönüşü olmayan yolun girişinde, 1970'li yıllardaki petrol fiyat artışlarının işaretleri görülebilir. Bir miktar pahalı da olsa (şimdilik) yakıt fiyatlarındaki dalgalanmalardan etkilenmeyen bir yapı var karşımızda. Dolayısıyla yenilenebilir enerji teknolojileri bir çeşit risk yönetimi aracı ve ödenen bedeldeki fark da risk primi olarak görülebilir.

Türkiye ve Avrupa geneli gibi Almanya da net enerji ithalatçısıdır (yaklaşık % 60 enerji ithalatı). Bu durum Almanya'yı enerji arz güveliğini sağlamak amacıyla yenilenebilir enerji teknolojilerine yönelmesine sebep olmuştur. Tabii ki Almanya'nın bu konuda öncü olmasının farklı sebepleri de bulunmaktadır:

1) Milli geliri yüksek bir ülke olması sebebiyle, yenilenebilir enerjinin getireceği ek maliyete rahatlıkla katlanabilir.
2) Enerjide yaklaşık % 60 oranında ithalat bağımlılığına sahiptir (Türkiye'de % 70'in üzerinde).
3) Avrupa Birliği'nin temiz enerji politikalarının bağlayıcılığı (enerji faslı ile birlikte, Türkiye için de bu bağlayıcılık geçerli olacaktır).
4) Yenilenebilir enerji teknolojilerinin Almanya'da üretiliyor olması sebebiyle istihdam ve milli gelir katkısı yüksektir. Bu sebeple Türkiye'de benzer bir uygulama, ithalat eğiliminin yüksek olması sebebiyle beklenen çarpan etkisini göstermeyecektir (Türkiye'de üretilen bir teknolojinin kullanılması durumunda, ek teşvikler söz konusu). İlerleyen dönemlerde bu teknolojiler yüksek oranda yerli katma değer ile üretilirse, çarpan etkisi yüksek olacaktır.
5) Verilen yüksek teşvikler ile genişletici bir maliyet politikası uygulanmıştır (PV için 0,49 €/kWh, Türkiye'de bu fiyat 0,13 $/kWh).
6) Hizmet süresi dolan nükleer enerji santrallerini ikame edebilecek yatırımlar gerçekleştirilmiştir (Türkiye için böyle bir durum söz konusu değil, Türkiye yenileme yatırımı değil, net ilave yatırım yapmak zorundadır).

Almanya yenilenebilir enerji alanında çok önemli bir karar alarak oldukça yüksek miktarda teknoloji ve tesis yatırımı yapmıştır ve bu yatırımlar sayesinde, kısa dönemlerle de olsa belirli saatlerde tüketmiş olduğu elektriğin tamamını güneş enerjisinden veya diğer yenilenebilir enerji teknolojilerinden tedarik edebilmektedir. Yani çok yüzeysel bir bakış açısıyla, elektrik bedava üretiliyor (yatırım maliyetleri gözardı edildiğinde, en azından yakıt maliyeti yok) diyebiliriz (konunun tam olarak anlaşılabilmesi için Seviyelendirilmiş Enerji Maliyeti konusu incelenmeli). Acaba gerçekten böyle mi? EIA ve Eurostat sayfalarından alınan bilgilere göre, Almanya'da meskenlerdeki perakende elektriğin kWh fiyatı 2001-2014 yılları arasında neredeyse üç katına çıkmıştır. Aynı dönemde diğer ülkelerdeki aynı tarifede bulunan elektriğin fiyatı ise en fazla iki katına çıkmıştır. Yani yenilenebilir enerji teknolojileri Almanya'nın enerji maliyetlerini yükseltmiştir.

Peki Türkiye'nin yenilenebilir enerij politikası ne gibi sonuçlar verebilir? Yukarıda belirtilen teşviklerden de anlaşılacağı üzere ekonomiye maliyet çok fazla olmayacak. Bunun yanında, Türkiye Almanya'ya göre daha fazla güneş aldığından (yaklaşık % 50 daha fazla), elektriğin birim üretim maliyeti de Türkiye'de yaklaşık % 30 daha düşük olacağını tahmin edebiliriz. Hatta petrol ve doğal gaz fiyatları düşük kalmaya devam etse bile 8-10 yıl içinde teknolojinin gelişmesi ile birlikte yenilenebilir enerji teknolojilerinin, konvansiyonel kaynaklara göre daha ucuza elektrik üretebilir hale gelebileceği tahmin edilmektedir. Son olarak, Almanya bu kararı sonucunda, muhtemelen 10 yıl içerisinde daha somut hale gelecek olan emisyon ticaretinde söz sahibi ülkelerden biri haline gelecektir. Böylece net emisyon hakkı ihracatçısı olabilecek ve ortaya çıktan ilave maliyetin belki bir kısmını karşılayabilecektir.

Görüleceği üzere yenilenebilir enerji kaynakları yalnızca çevre ile ilgili değildir ve derin bir ekonomik altyapısı vardır. Türkiye de vereceği kararları derinlemesine bir ekonomik analiz ile desteklemelidir.

11 Mayıs 2015 Pazartesi

Güneş Enerjisi


Güneş, dünyadaki bütün enerjinin kaynağıdır. Günümüzde kullandığımız, aklımıza gelebilecek bütün enerji kaynakarı, güneş enerjisinin depolanması sonucu oluşmuştur. Güneşteki nükleer tepkimeler sonucunda ortaya çıkan ve yeryüzüne ulaşan ışınlar, şu şekilde kullanılmaktadır:

1) Doğrudan kullanım (ısı veya elektrik)
2) Sıcaklık farkları sebebiyle oluşan rüzgar ve dolayısıyla dalga (temel sebebi güneş)
3) Fotosentez sonucu bitkilerde oluşan besinlerdeki kimyasal enerji
4) Biyokütle enerjisi
5) Kimyasal enerjinin depolanmış olduğu petrol, doğal gaz ve kömür
6) Dünyanın ve güneşin aynı kütleden ayrıldığını düşünürsek, jeotermal ve nükleer enerji.

(Aslında bu sıralamanın ardından, dünyadaki bütün enerjilerin kaynağının nükleer enerji olduğunu da söyleyebiliriz)
Güneş enerjisi, temelde iki şekilde kullanılmaktadır. Birincisi, oldukça eski ve basit bir teknoloji olan ısıl güneş enerjisi kollektörleri vasıtasıyla güneş ışınlarındaki ısı enerjisinin elde edilip uygun şekilde kullanılmasıdır (nihai olarak ısı veya ısı vasıtasıyla elektrik). İkincisi ve gelişime daha açık gibi görüneni ise, güneş enerjisinden doğrudan veya ısı vasıtasıyla elektrik elde edilmesidir. Günümüzde güneş enerjisi yatırımlarının önemli ve dikkat çekici bir bölümü elektrik elde edilmesine yöneliktir.

Güneş enerjisinin insanlar tarafından bilinçli bir şekilde kullanılması, M.Ö. 7. yüzyıla kadar gitmektedir. Bu dönemlerde mercekler ve parabolik aynalar ile ateş yakılması ve aydınlatma amacıyla kullanılmıştır. Daha sonra yapıların belirli bölümlerinin güneye doğru inşa edilerek kış aylarında güneşten faydalanılması amaçlanmıştır. M.S. 1700'lü yıllarda güneş enerjisi ile gıdaların pişirilmesi mümkün olmuştur. 1816 yılında, Robert Stirling, bugün güneş enerjisi yardımıyla kullanılarak elektrik elde edilmesini mümkün kılan Stirling Motoru'nu icat etmiştir. 1839 yılında, Edmond Becquerel fotovoltaik etkiyi keşfederek güneş enerjisini doğrudan elektrik enerjisine çeviren sistemlerin temelini atmıştır.  1891 yılında ilk ticari  güneş enerjili su ısıtıcısının patenti alınmıştır. Bu tarihten sonraki kayda değer gelişmelerin tamamı, güneş enerjisinin elektriğe çevrilmesi yönündedir. Albert Einstein de dahil olmak üzere (ki kendisi 1921'de Nobel Fizik Ödülü'nü fotoelektrik etki ile ilgili çalışması üzerine almıştır) birçok kişi ve kurum güneş enerjisinden elektrik elde etmenin yollarını araştırmışlardır ve hala da araştırmaktadırlar.

Güneş enerjisi de aslında diğer birincil enerji kaynakları gibi ülkeler ve bölgeler arasında eşit bir dağılım göstermemektedir. Bir ülkenin güneş ışımasından almış olduğu enerji birincil olarak Ekvator bölgesine yakınlığına, ikincil olarak da iklimine ve nem oranına bağlıdır. Yukarıdaki haritadan da anlaşılacağı üzere, tam Ekvator bölgesinin yakın çevresi, nispeten beklenenden az güneş almaktadır. Bunun sebebi ise havanın nemli ve kapalı olduğu gün sayısının fazlalığıdır. Böyle günlerde karalarda veya denizlerde m²'ye düşen güneş ışınımı azalacaktır. Harita incelendiğinde, Yeryüzünün en fazla güneş alan bölgelerinin Kuzey ve Güney Afrika, Güney Amerika'da Şili ve Avustralya olduğu görülecektir. Kuzey Afrika ve Hindistan aynı paraleller üzerinde olmalarına rağmen, iklim sebebiyle güneş ışınları yeryüzüne ulaşamamaktadır.

Yukarıda bulunan  haritanın altındaki ölçek, her bir bölgenin yılda ne kadar güneş enerjisi aldığını göstermektedir. Kuzey Afrika'ya m² başına yıllık 2.500 kWh güneş enerjisi gelmekteyken, Kuzey Avrupa'ya 1.300 kWh/m², Türkiye'ye ise 1.800 kWh/m² güneş enerjisi gelmektedir. Böylece Türkiye'nin, Avrupa ortalamasıın % 50 fazlası kadar güneş enerjisi potansiyeli olduğunu görüyoruz.


Günümüzde modern haliyle güneş enerjisi, ısıtma, aydınlatma ve elektrik ihtiyacını karşılamak amacıyla kullanılmaktadır. Güneş enerjisi teknolojileri en yaygın şekilde Avrupa'da kullanılmaktadır. Avrupa'da kullanılmasının sebebi ise hem Avrupa'nın bu teknolojiyi finanse edebilecek ekonomik güce sahip olması, hem de hidrokarbon kaynaklara sahip olmamasıdır. Peki Avrupa gibi nispeten az güneş alan bir coğrafya bu teknolojiye neden yatırım yapıyor olabilir?

1) Petrol ve doğal gaz gibi kaynaklara sahip olmadıklarından, fiyat dalgalanmalarını kontrol edememektedirler.
2) Hidrokarbon kaynaklara aşırı derecede bağımlılık, kaynak ülkedeki problemlerin Avrupa ülkelerine doğrudan yansımasına sebep olmaktadır (Rusya-Ukrayna krizi).
3) Güneş enerjisi teknolojilerinin baştan sona üreticisi ve teknoloji geliştiricisi olduklarından, ekonomideki ve istihdamdaki çarpan etkisi yüksek olmaktadır.
4) Gelecekteki emisyon ticaretinden fayda sağlayarak yüksek maliyeti dengelemeyi planlamaktadırlar.

Türkiye'nin yüksek potansiyeli olmasına rağmen, güneş enerjisi henüz yalnızca su ısıtma amaçlı olarak kullanılmaktadır. Güneş enerjisinden elektrik üretimi teknolojisinin gelişerek ucuzlaması ve teşviklerle desteklenmesi sayesinde gelecekte hızla elektrik üretiminin de yaygınlaşması beklenmektedir. Bu artış da uzun vadede Türkiye'nin yararına olacaktır.

5 Mayıs 2015 Salı

Hollanda Hastalığı


Hollanda Hastalığı (Dutch Disease) 1959 yılında Groningen Doğal Gaz Sahası'nın keşfedilmesi ile birlikte Hollanda'da bu doğal kaynağa bağlı zenginleşmenin diğer sektörleri olumsuz etkilemesini anlatan bir terimdir.

Yüksek değere sahip bir doğal kaynağın keşfedildiği ekonomiye yüksek miktarda döviz girişi gerçekleştiğinde (özellikle de gelişmekte olan bir ülke ise), o ülkenin yerli parası değer kazanır. Yerli paranın değer kazanması, o ülkenin ithalatını arttırırken ihracatını azaltır. Bu durum zaten başlı başına imalat sektörüne vurulan bir darbedir. Yerli paranın değer kazanması sebebiyle de en azından, ihracatçının kazancı ve pazarlık gücü düşer. Bu gelişmenin dışında, ekonomideki üretim faktörleri imalat ve diğer sektörleri terk ederek, daha karlı gördükleri doğal kaynak sektörüne girerler. Böylece imalat sektörü bir darbe daha almış olur. Sonuç olarak ekonomi, önce katma değer yaratma gücünü kaybeder ve daha sonra da tüketim toplumuna doğru ilerleyen bir yola girmiş olur.

Hollanda'da Groningen Doğal Gaz Sahası, 1959 yılında keşfedilmiştir ve Avrupa'nın en büyük, dünyanın ise 10. büyük doğal gaz sahasıdır. 1959 yılındaki keşfinin ardından 1963 yılında doğal gaz üretilmeye başlamıştır. 1970'li yıllarda enerji fiyatlarının artması ile birlikte Hollanda'nın doğal gazına olan talep artmıştır ve bu da Hollanda'ya giren döviz miktarını arttırarak Hollanda Florini'nin değerini yükselmiştir.

Bir ülkenin yerli parasının değeri artınca ne oluyorsa, bu noktadan sonra da Hollanda'ya aynı şeyler olmuştur.  Florin değer kazanmış, Hollanda'nın ithalatı artmış, bütün ihracat ise doğal gaz üzerinde yoğunlaşmıştır. Ülkenin üretim faktörleri yüksek gelir gördükleri doğal gaz sektöründe girince imalat sektöründe küçülme yaşanmıştır. Böylece aynı zamanda, ülkenin ekonomisi büyük oranda tek bir malın üretimine bağımlı kalmıştır ve ihracattaki ürün çeşitliliği azalmıştır.

Peki uluslararası piyasalarda yüksek değeri bulunan doğal kaynaklara sahip olan ülkeler, bu olumsuz etkileri nasıl bertaraf edebilirler? Hollanda örneğinin ardından toplumlar bundan ders alarak çözüm geliştirmişlerdir. Hollanda Hastalığı'nın önüne geçilebilmesi için iki yöntem vardır. Birincisi yerli paranın değer kazanma hızını azaltmak, ikincisi ise bu değer kazanma sürecinden olumsuz etkilenecek olan sektörleri (imalat sektörü) desteklemek.

İlk yöntem, ülkeye gelen yüksek miktardaki dövizin sterilizasyonudur. Böylece döviz, ülkenin dış ticaret hadlerini değiştirmeyecek şekilde piyasaya yavaş yavaş sürülebilir ve reel sektör buna uyum sağlar. Buradan hareketle, doğal kaynak ihracatı ekonomilerinde önemli bir ağırlığa sahip olan ülkeler çeşitli fonlar kurarak ülkeye gelen dövizi burada değerlendirmektedirler. Böylece aynı zamanda, tüketilen doğal milli kaynaklardan elde edilen gelir, gelecek nesillerin de kullanımına hazır bir şekilde tutulmuş olur.

İkinci yöntemde, doğal kaynak ihracatı ile gelen fonlar gelişmesi istenen (tercihen teknoloji yoğun)  sektöre aktarılarak desteklenir ve böylece ülke ekonomisi tek bir sektöre bağımlı kalmaz, yani çeşitlilik sağlanır. İlerleyen dönemlerde bu doğal kaynak rekabet ile karşılaşıp fiyatı düştüğünde, elde değersiz bir ürün üreten sektör kalmış olur ki bu da kısa süreli bir refahın sonu anlamına gelmektedir (ham petrol fiyatlarındaki düşüş sebebiyle, ekonomisi bu sektöre bağlı olan ülkeler zor durumda kalmıştı). Bu sebeple de sektörel çeşitliliğin sağlanması önemli bir politikadır.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...