Hakkımda

18 Kasım 2016 Cuma

Ekonomik Kriz ve Haşlanmış Kurbağa



Özellikle sosyal bilimlerde sürekli anlatılan bir deney vardır. Kaynar suya atılan bir kurbağa sıcaklığın sebep olduğu şok ile hemen sıçrayarak kaynar sudan kurtulur fakat ılık suya atılan kurbağa suyun sıcaklığının yavaş yavaş artması sebebiyle haşlanmakta olduğunun farkında olmaz ve ölür.

Özellikle 2015 ve 2016 yıllarını kapsayan 2 yıllık süreçte insanlar sürekli bir ekonomik krizin geleceğini, krizin kapıda olduğunu veya zaten Türkiye'nin ekonomik krizi içinde olduğunu söylediler.

Öncelikle krizin tanımını yaparak başlayalım. TDK'ya göre kriz, "bir organda birdenbire ortaya çıkan fizyolojik bozukluk". Burada önemli kavram "birdenbire" ifadesidir. Dolayısıyla ekonomik kriz aniden ortaya çıkar sonrası ise depresyon veya buhran gibi kelimelerle tanımlanır.

Ekonomik kriz ise bir ülkenin enflsyon, istihdam, döviz kuru, GSYH gibi temel ekonomik göstergelerinde ortaya çıkan keskin iniş ve çıkışlardır. Her ülkede ortak olan göstergeler olduğu gibi farklı ülkelerde farklı göstergelerde değişim daha fazla olabilir.

Ekonomik krizler doğrudan dış kaynaklı değilse, bir ülke içinde basitçe şu şekilde ilerler:

1) Herhangi bir sektörde aşırı büyüme ve şişkinlik,

2) Bu sektördeki sağlıksız büyümenin sürdürülemez boyutlara ulaşmaya başlaması ve büyümenin hızının düşmesi

3) Sağlıksız ve sürdürülemez büyümenin oluşturduğu balonun patlaması (KRİZ)

4) Ekonomideki karar vericilerin yeni duruma uyum sağlamaya çalışması

5) Ekonomik faaliyetlerin yeni bir noktada dengeye gelmesi

Türkiye'nin iktisat tarihine bakıldığında, ekonomik krizler her zaman kendisini döviz kurunda artış şeklinde göstermiştir. Yani Türk insanının ekonomik krizden anladığı TL'nin değer kaybetmesi ve devalüasyondur.

Peki Türkiye'nin içinde bulunduğu durumda ne olur? İnsanlar neden ekonomik krizin yaklaşmakta olduğunu veya zaten ekonomik kriz yaşandığını iddia ediyorlar? Türkiye'de yaşananlara bir göz atılması gerekir.

1) Özellikle konut sektöründe sağlıksız bir büyüme zaten vardı. Türkiye'nin nüfusu belli olduğundan şimdi olmasa bile ileride sürdürülebilirliğin sonlarına gelinecektir.

2) Türkiye'de konut sektöründe bir yavaşlama var, eskisi kadar çok konut yapılmıyor, yapılsa da kolay satılamıyor, dolayısıyla hem konut sektörünün büyümesinde, hem de GSYH büyümesinde bir düşüş var.

3) Herhangi bir balon patlamadı, dolayısıyla krizden söz edemeyiz.

4) Ekonomide karar vericiler yeni duruma uyum sağlamaya çalışıyorlar, döviz kurunda hareketlilik var, BİST'te keskin hareketler var, siyasette bir miktar belirsizlik var ama insanlar hala ayakta.

5) Ekonomik faaliyetler yeni bir noktada dengeye gelemiyor çünkü dengeye gelecek yeni noktanın yeri sürekli değişiyor.

Bu maddelere baktığımızda aynı anda ekonomik krizin 1., 2., 4. ve 5. aşamalarında olduğumuzu görüyoruz. Tam da bu sebeple bir ekonomik kriz varsa bile insanlar farkında değil. Eskinden bir günde % 50 değer kaybı yaşayan TL (Devalüasyon olan dönemlerde) şimdi bu değer kaybını 1,5 yılda yaşıyor, dolayısıyla insanlarda herhangi bir tepki de olmuyor çünkü aniden gerçekleşen bir olay söz konusu değil. Her şey yavaş yavaş oluyor. Krizin 3. aşaması hiç gerçekleşmeyebilir. Balon patlamaz ve yavaş yavaş söner. Türkiye ekonomik kriz sürecinin, kriz hariç her aşamasını aynı anda yaşıyor ama balon patlamadığı ve ses çıkmadığı için kimse irkilmiyor.

Döviz kurunda bir artış var, işsizlikte bir artış var, enflasyon döviz kuru kaynaklı bir artış içinde, GSYH büyüme hızı potansiyel GSYH büyüme hızının altında görünüyor. Bunlar kriz işareti olmakla birlikte o kadar yavaş ilerliyor ki, insanlar da kolaylıkla adapte oluyorlar. Bu yavaş gerçekleşen krizin olumlu yönü. Fazlasıyla sinyal var. Ağır çekimde hareket eden bir düşman karşısındayız. Kötü yanı ise, düşmanın ağır çekimde hareket etmesinin insanlara sanki her şey yolundaymış izlenimi ve gereksiz bir özgüven veriyor olması. Düşmanın yavaş olması, güçsüz olduğu anlamına gelmez.

Sonuç olarak insanların Türkiye'nin içinde bulunduğu suyun bir şekilde ısındığının farkına varması ve bir ana önce buradan çıkması gerekli.

13 Ekim 2016 Perşembe

Türkiye'de Petrol Rezervi Bulunsa Ne Olur?


Sık aralıklarla ekonomik krizlere yakalanan, döviz kurlarından yüksek oranda etkilenen, sık aralıklarla gerçekleşen akaryakıt fiyat artışları ile alım gücünü ölçen Türk vatandaşlarının en büyük hayallerinden birisi, Türkiye'de bir gün petrol bulunması (veya çıkartılmasına izin verilmeyen petrolün çıkartılmaya başlaması bkz: Türkiye'de Neden Petrol Yok) ve bu sayede refaha kavuşmaktır.

Durum gerçekten böyle mi? Eğer Türkiye'de bir gün petrol bulunursa Türkiye'nin refahı artar mı? Artarsa ne kadar artar?

Basit bir analiz yapabilmek için iki tane değişkene ihtiyacımız var. Burada seçilen değişkenler, ülkelerin günlük ham petrol üretimler (dikey eksen) ve ülkelerin HDI (Human Development Index - İnsani Gelişmişlik Endeksi) sıralamasıdır. Bir ülkede bu ölçüde değerli bir kaynağın bulunmasının iyi olup olmadığı ise başka bir konudur.

Öncelikle Türkiye topraklarında petrol bulunması durumunda bunun neyi etkileyeceğini, yani refah artışının ne ile ölçüleceği belirlenmelidir. Burada refah göstergesi olarak İnsani Gelişmişlik Endeksi (HDI) Kullanılmıştır. İnsani Gelişmişlik Endeksi hesaplanırken ülkedeki ortalama yaşam süresi, eğitim süresi ve milli gelir kullanılmaktadır. Ülkedeki petrol rezervelerinin veya üretiminin doğrudan etkilediği herhangi bir değişken olmadığınan kullanılması uygundur. Ayrıca bu çalışmada bir nedensellik aranmamaktadır. Ayrıca grafiğin daha basit görünmesi için petrol üretimi günlük 1.000 varilin altında olan ülkeler çalışmaya dahil edilmemiştir.

Türkiye insani gelişmişlik sıralamasında 72., günlük petrol üretiminde ise  61. sıradadır.

Ülkedeki petrol, bir ülkenin gelişmişliğini ne kadar etkileyebilir? Grafiğe göre cevap % 2 (korelasyon katsayısı 0,15)'dir. Basit bir örnek verirsek, Türkiye'nin 61.000 veril olan günlük petrol üretimi % 100 artarak 122.000 varilye yükselirse Türkiye'nin gelişmişlik sıralamasında 72. sıradan 63. sıraya yükselir. Bu durumda dahi günlük 15.000 varil üreten Şili, 13.000 varil üreten Belçika, 11.000 varil üreten Çek Cumhuriyeti'nin gerisinde olacaktır. Bunlarla birlikte Türkiye mevcut durumda zaten 2.438.000 varil üreten Nijerya, 1.856.000 varil üreten Angola, 1.013.000 varil üreten Hindistan, 3.364.000 varil üreten Irak ve 4.607.000 varil üreten Çin'in oldukça ilerisindedir.

Elde bu bilgiler varken, refah artışının kaynağı olarak petrolü görmek yanıltıcı bir arayıştır. Petrol ve doğal kaynaklar önemlidir ancak bütün zenginliği doğal kaynaklarda aramak ya ülkenin enerjisinin ve kaynaklarının boşa gitmesine ya da umutsuzluk ve tembelliğe sürükler.

Kaldı ki petrol bulunsa bile bulunan petrolün ülkeye nasıl bir etki yapacağı belli değildir (bkz: Kaynak Laneti , Rybczynski Teoremi , Hollanda Hastalığı).

6 Ekim 2016 Perşembe

Enerji Milliyetçiliği - Yedi Kızkardeş'ten OPEC'e

Enerji milliyetçiliği (genel olarak doğal kaynak milliyetçiliği), bir ülkedeki toplumun sahip olduğu topraklardaki doğal kaynakları kullanım hakkının kendilerinde olduğu fikridir. Dolayısıyla çeşitli sebeplerle bu fikri benimseyen ülkeler, enerji kaynakları ile ilgili daha devletçi politikalar izlemektedirler. Haliyle de bu durum çokuluslu şirketlerin çıkarılarıyla çatışmaktadır.

Enerji milliyetçiliği gerekli midir, bu insanların yaklaşımına göre değişir. Eğer bir toplum her alanda liberal bir politika benimsemişse, enerji milliyetçiliğinin özellikle devlet eliyle gerçekleştirilmesi toplumun politikasına aykırıdır. Tabii ki diplomaside sürekli bir değişim olduğundan, ülkenin gerçekleri ve önceliklerinin sıralamaları da değişmektedir. Bunun dışında enerji alanında istisnai bir politika benimsenerek liberalizme rağmen devletçi ilkelerle de hareket edilebilir.

Enerji milliyetçiliği fikri farklı kaynaklardan doğabilir:

1) Ülkenin yeraltı zenginliklerinin ticarete konu olan bir meta olarak ele alınması toplumun hoş karşılamadığı bir durum olabilir. Eğer rasyonel bir temeli yoksa, çıkan sesler "bizim vatandaşlarımızın hakkı olan kaynaklar neden başka ülkelere peşkeş çekiliyor?" şeklinde bir itiraz, enerji milliyetçiliğinin dayanak noktası olacaktır.

2) Enerji milliyetçiliğinin rasyonel temellerine bakarsak, ülkenin doğal kaynakları kullanılarak başka ülke şirketlerinin zengin olması istenmeyen bir durum haline gelir. Bu durum mantıklıdır çünkü insanlar kendi ülkelerinin sahip olduğu doğal kaynaklardan kendileri getiri elde etmek ister. Ayrıca bu bakışın rasyonel olmasının bir diğer sebebi de, gelecekteki güvenlik riskleridir. En azından dışarıdan makul bir fiyata enerji temin edilebildiği sürece ülkenin kendi doğal kaynaklarını kullanmaması veya ihraç etmemesi de bu kategoriye girmektedir.

Enerji kaynaklarının çıkarılması ve işletilebilmesi, sermaye, teknoloji ve nitelikli işgücü gerektirmektedir.
Ekonomik açıdan sorun tam burada başlıyor: Ya bu ülkenin enerji kaynaklarını işletecek teknolojisi, sermayesi ve nitelikli işgücü yoksa veya yeterli değilse?

Bu durumda ülkenin önünde iki seçenek bulunmaktadır:

1) Ülke enerji kaynaklarını kullanmayacak, ithalata devam edecektir. Bu kaynakları kendi kullansa bile pahalıya üretim yapacağından, ithal edilene göre daha yüksek maliyet ile enerjiyi elde edecek ve yabancı ülkelere kaynak transferi yapmak zorunda kalacaktır.

2) Yetersiz teknoloji, sermaye ve işgücü sebebiyle pahalıya üretim yapmak yerine enerji kaynaklarını kullanmayarak yalnızca ithalat yapacak ve yine yabancı ülkelere kaynak transferi yapacaktır. Yani her iki alternatif de aynı kapıya çıkıyor.

Muhtemel maliyet dezavantajına ve liberalizme rağmen enerji milliyetçiliği dünyada yükselme eğiliminde. Bunun sebebi ise ekonomik savaşlar ve diplomaside silah ihtiyacı.

Özellikle 70'lerdeki petrol şokları ile yükselişe geçen enerji milliyetçiliği ile enerji kaynakları ticarete konu bir mal olmasının yanı sıra, diplomasite bir silah olma özelliğini da kazanmıştır. Ayrıca bu dönemde özellikle gelişmekte olan ülkelerdeki zengin enerji kaynaklarının yukarıda belirtilen sebeplerle yabancı şirketler tarafından işletilmesi esnasında özellikle petrol şoku ile birlikte yabancı şirketlerin karlarının artması dikkat çekmiştir ve gelir dağılımları bozulmuştur. Yine enerji kaynakların gelişmekte olan ülkelerde bulunması sebebiyle çokuluslu şirketler kazançlarını kar transferleri ile yurtdışına çıkardıklarında, toplumun bu kardan pay almadığı şeklinde bir propaganda ile karşı karşıya kalmışlardır.

Enerji milliyetçiliğinin son yıllarda yükselmesinin bir diğer sebebi ise, bu modelin dünyada işleyebildiğinin görülmesidir. Eskiden enerji kaynakları "Yedi Kızkardeş"in elindeydi (BP, Chevron, Texaco, Shell, Exxon, Socony, Socal). Bu şirketlerin tamamı İngiltere ve ABD kaynaklı. Bu şirketler, özellikle Ortadoğu coğrafyasındaki enerji kaynaklarının kontrolünü 2. Dünya Savaşı sonrasında ele geçirmişler ve informel bir kartel oluşturmuşlardır.

Günümüzde Yedi Kızkardeş yerini şirket bazında Gazprom, Petrobras, PetroChina, Petronas, Aramco, KMG, Socar ve Rosneft'e, ülke bazında ise OPEC ülkelerine bırakmıştır. Bu ülkelerden özellikle Rusya'nın sahip olduğu Rosneft ve Gazprom Rusya'ya diplomatik destek vermektedir.






12 Ağustos 2016 Cuma

Tüketim Toplumunun Yansımaları


Çok uzun yıllardır Türkiye'nin bir tüketim toplumu olduğundan bahsediyoruz. Peki bir ülke neden tüketim toplumu olur? Bir ülkenin tüketim toplumu olduğuna nasıl karar verilir? Kriterler nedir? Tüketim toplumu olmanın kötü yanı nedir?

Toplumlar temel olarak tüketecekleri ürünleri üretirler ve böylece ekonomi dengede olur. Eğer üretim tüketimden fazlaysa, üretim fazlasını takasta kullanarak diğer tüketim ürünlerini alırlar veya biriktirerek tasarruf ederler. Bu tasarruflar da yatırıma dönüşür. Buraya kadar problem yok. Ancak eğer toplum ürettiğinden daha fazlasını tüketiyorsa, üstelik bu durum kronik bir hal almışsa bir hastalığın belirtileri ortaya çıkmış demektir.

Bir toplum ürettiğinden daha fazla tüketiyorsa bunun ancak iki sonucu olabilir:
(1) Ülkenin varlıkları/birikimi/sermayesi azalıyordur veya
(2) Ülke borçlanıyordur.

Türkiye uzun yıllardır kronik cari açık problemi ile yaşamaktadır. Yani ürettiğinden fazlasını tüketmektedir. Eğer 50 milyar dolarlık bir cari açık varsa, basitçe tüketim üretimden 50 milyar dolar fazla demektir. Diğer ülkeler bu ürünleri Türkiye'ye karşılıksız vermediklerine göre yukarıdaki alternatiflerden biri veya ikisi gerçekleşmektedir. 2000'li yıllara kadar üretim ve tüketim arasındaki açık, devletin borçlanması ile karşılanmış, bu da topluma enflasyon olarak yansımıştır. 2000'li yıllarda ise devlet bütçe açığı politikasından vazgeçmiştir. Bu defa aynı açık önce özelleştirme ile (1 numaralı sonuç) daha sonra ise borçlanma (2 numaralı sonuç) ile karşılanmıştır.

1. sonuçta ülkenin birikimi karşı tarafa transfer ediliyordur ve serveti azalıyordur.
2. sonuçta ülkenin borçu artıyordur ve dolayısıyla ülkenin gelecekteki potansiyel serveti azalıyordur.

Bu durumda yapılacak iş belli: Üretim.

Çözüm basit ancak uygulamak maalesef zor. Bir şekilde Türk toplumu üretim yapmayı başaramıyor. Bunda birçok sebep vardır. Sistemin buna izin vermemesi veya zorlaştırması, girişimci ruhun bilgi ve eğitim ile desteklenmemesi ve son olarak Türk toplumunun sabırlı ve sistematik çalışmaya yatkın olmaması ilk akla gelenler.

Tüketim toplumu olmanın yansımalarına gelirsek, son yıllarda Türkiye'yi temsil eden yabancı kökenli sporcuların sayısında artış olduğunu görüyoruz. Aslında bunda herhangi bir problem yok. Bizi burada düşünmeye sevk etmesi gereken nokta, üst düzey sporcu yetiştiremiyor olmamızdır. Hangi millete ait olursa olsun, bir bireyin Türk eğitim/spor sisteminden geçerek sporcu olabilmesi asıl hedef olmalıdır.

Üretim sistemi gibi eğitim sistemi de bir fonksiyondur. Üretim sistemine giren hammaddelerin belirli nitelikler kazanmış ürünler olarak çıkması gibi, bireyler de eğitim (spor) sistemine girerler ve belirli nitelikler kazanmış olarak bu sistemden çıkarlar. Peki Türkiye'de neden sporcu yetişmiyor?

Makul iki cevap var:

1) Hammadde kaliteli değil. Türkiye'de yaşayan insanların spora yetenekleri yok, bu sebeple dışarıdan yetenekli insanları getirmek gerekiyor

2) Sistem iyi değil. Bireylere yeterli niteliği sağlayabilecek bir sistem inşa edilemedi.

Yaklaşık 80 milyon insanın bulunduğu bir ülkede bireylerin yeteneksizliği  pek dikkate alınacak bir iddia değil. Bu sebeple odaklanılması gereken nokta sistemin iyi kurgulanmamış olduğudur. Futbol milli takımına bakalım. İsimlerine baktığımızda hepsi Türk ancak Türkiye dışındaki ülkelerde futbol eğitimi almışlar. Dolayısıyla genlerde problem yok :).

Nobel Ödülü alan Prof. Dr. Aziz SANCAR'a bakalım. Kendisi burada yetişti, ancak eğer Amerika'ya gitmeyip Türkiye'de kalsaydı kendisine Nobel Ödülü kazandıran ekibi ve çalışma ortamını bulabilir miydi, emin değilim. Ya da Christiano Ronaldo, mevcut yeteneğiyle Türkiye'de doğsaydı ne olurdu? Avrupa'nın spor fabrikasına değil de Türkiye'nin spor fabrikasına girseydi çıkan sonuç ne olacaktı?

Yani yalnızca ürünleri değil, ihtiyacımız olan nitelikli insanları da üretemiyoruz ve bir tüketim toplumu olarak, yurtdışında yetişen sporcuları alıyoruz. Sürekli dışarıda çalışan bilim adamlarını ülkeye geri çağırıyoruz çünkü nitelikli insanlar orada üretiliyor. Tüketim toplumu karakterimiz her alanda kendisini gösteriyor.

9 Ağustos 2016 Salı

Enerjide İmkansız Üçleme


Ekonomide imkansız üçleme kavramı vardır. Aslında bu kavram ekonomi biliminin temelini oluşturan "fırsat maliyeti"nin bir örneğidir. Ekonomi bilimindeki imkansız üçleme, dışa açık bir ekonomide para otoritesinin üç farklı politikayı aynı anda hedefleyemeyeceğini veya kontrol edemeyeceğini anlatan bir ifadedir. Bu üç politika ise şunlardır:
1) Sabit döviz kuru
2) Serbest sermaye hareketleri
3) Bağımsız para politikası (faiz, enflasyon)

Aynı durum enerji politikalarında da geçerlidir. Yukarıdaki şekilde enerjinin imkansız üçlemesi görülmektedir. Şekle göre, ucuz enerjiyi, çevreyi en az etkileyecek şekilde ve kesintisiz enerjiyi aynı anda elde edemeyiz (En azından mevcut teknoloji ile).

Temiz Enerji (Rüzgar, güneş): Yenilenebilir enerji üçgenin üst köşesini temzil eder ve bize temiz enerji sağlar. Burada temiz enerjiden kasıt karbon salınımı gerçekleşmemesidir. Ancak doğayı kontrol etmeye çalıştığımızdan veya yalnızca doğanın bize sunduklarından faydalanabildiğimiz için maliyeti yüksektir. Ayrıca yine bu enerjinin kaynağı doğa olduğundan, güneş olduğu sürece, rüzgar estiği sürece ve yağmur yağdığı sürece enerji üretilebilir. Dolayısıyla enerji tedariğinde kesintiler ortaya çıkabilir. Dolayısıyla temiz enerji istiyorsak, enerji tedariğinde kesintiyi ve yüksek maliyeti göze almalıyız.

Ucuz Enerji: Her birey, şirket ve ülke enerjinin ucuz bir şekilde elde edilebilmesini ister ancak bu ucuzluğun da para dışında bazı alternatif maliyetleri vardır. Kömür ucuz bir enerji kaynağıdır ve kömür ile çalışan termik santrallerde elektrik üretimi insanların kontrolündedir. Dolayısıyla elektrik üretiminde kesinti olma ihtimali düşüktür. Bununla beraber kömür madenlerinin çevreye verdiği zararlar ve kömürün yakılması ile atmosfere karışan karbon çevre kirliliğine yol açmaktadır. Kömür madenlerine  ve termik santrallere yönelik çevresel düzenlemeler ise az veya çok enerji maliyetini arttıran unsurlardır.

Kesintisiz Enerji: Hiç kimse bu kadar hayatın içinde olan elektriğin kesilmesini istemez ve buna yönelik tekolojiler kullanır. Nükleer santraller, doğal gaz çevrim santralleri ve termik santraller kesintisiz enerji sağlayabilir ancak bu teknolojiler de diğer hedeflerden bir miktar sapılmasına sebep olabilir. Nükleer santraller yılın 330 günü çalışabilir ancak Türkiye örneğine gelirsek pahalıdır. Doğal gaz ise ithalat yapılabildiği sürece elektrik sağlayabilir (Doğal gaz yandığı zaman Karbonmonoksit değil Karbondioksit açığa çıkar) ve temiz enerji sınıfında sayılabilir.

Bu bilgilerden yola çıkılarak, tıpkı ekonomideki imkansız üçlemede olduğu gibi, enerjideki imkansız üçlemede de tek bir doğru yol yoktur. Her ülke kendisine uygun bir bileşim seçebilir veya bir çapa uygulayabilir.

Güneş enerjisi santralleri Türkiye'de yaklaşık yılın % 20'sinde elektrik üretebilir. Rüzgar santrallerinin kapasite faktörü ise % 30'dur. Doğal gaz çevrim santrallerinin kapasite faktörü % 80 civarındadır. Diğer termik santraller de yaklaşık bu kapasiteye sahiptir.

Bu durumda Türkiyenin enerji planlaması basitçe ve sözlü olarak şöyle olmalıdır:

Güneşin olduğu saatlerde güneş enerji santralleri ağırlıklı olarak çalışmalı ancak yine de yeterli değil. Yaz mevsiminde yüksek üretim olmasına rağmen kış aylarında düşük bir üretim olacaktır. Güneşin planlanması nispeten kolay çünkü güneşin doğduğu ve battığı saatler belli.

Rüzgar türbinlerinin yılın % 30'unda çalışmaktadır ama hangi % 30'unda? Özellikle Ege bölgesinde yaşayanlar ve tatile gidenler mutlaka gözlemlemişlerdir. 20 tane türbin varsa bunların yarısı döner, diğer yarısı ise dönmez. Rüzgarın hızı her zaman sabit değildir. Türbinler güneşin olduğu saatlerde elektrik üretip, tam güneşin battığı ve güneş enerjisi santrallerinin devreden çıktığı saatlerde durabilir. Elektrik anlık olarak üretilip tüketilen bir enerji olduğundan bu büyük bir problem yaratmaktadır.

Anlık kesintileri dengeleyebilmek için ise doğal gaz çevrim santralleri ve hidrolik santraller kullanılmaktadır. Bunların özelliği anında elektrik üretimi gerçekleştirebilmeleridir. Doğal gaz çevrim santrallerinde düğmeye basıldığı anda elektrik üretilmektedir. Hidrolik santrallerde ise türbinleri çevirecek olan suyun önündeki kapağın açılması yeterlidir.

Kömür de bir termik santral olmasına rağmen, kömür santrallerinin devreye girmesi birkaç saati bulabilir fakat elektrikte kimsenin birkaç saat bekleyecek zamanı yoktur. Nükleer santraller de bu sınıfta sayılabilir ancak farklı sebeplerle.

Mevcut veriler ile şu sonuca varabiliriz: Kömür ile çalışan termik santraller ve nükleer santraller sürekli çalışacak, rüzgar türbinleri ve güneş enerjisi santralleri doğa izin verdiği sürece elektrik üretecek, doğal gaz çevrim santralleri ve hidrolik santraller ise dalgalanmayı dengeleyecekler.

Teorik olarak doğru olsa da tabii ki bu kadar kolay değil. Uluslararası anlaşmalar, satınalma garantileri, mevcut kapasiteler, elektrik maliyeti ve iletim gibi kısıtlar bu bileşimden sapılmasına sebep olmaktadır.

1 Haziran 2016 Çarşamba

LNG, Türkiye ve Geleceği


LNG (Liquefied Natural Gas) sıvılaştırılmış doğal gaz için kullanılan bir kısaltmadır. Doğal gazın sıvılaştırılmasının sebebi ise taşıma ve depolama kolaylığıdır. LNG, doğal gazın 1/600 oranında sıkıştırılarak sıvı hale geçişi ile elde edilir. Dolayısıyla 1 metreküp LNG, 600 metreküp doğal gaz anlamına gelmektedir. Doğal gazın hacminin bu kadar yüksek bir oranda azaltılabilmesi ve bu şekilde depolanması veya taşınabilmesi için ise -162 santigrat derecede tutulması gerekmektedir.

Doğal gazın ana bileşeni olan Metan 1886 yılında sıvılaştırılmıştır. Doğal gazın depolama amaçlı olarak sıvılaştırılması ise 1930'lu yıllarda gerçekleşmiştir. Bu tarihten sonra ise LNG'nin ticari kullanımı artmıştır. Böylece artık birim hacimda daha fazla enerji depolanabilir ve taşınabilir hale gelmiştir. Böylece doğal gazın ticari ürün olma özelliği bir kat daha artmıştır. Özellikle LNG gemilerinin sayısının artmasıyla birlikte doğal gaz ticareti yalnızca boru hatlarına bağlı bir sektör olmaktan çıkmıştır.

Türkiye, kullandığı birincil enerjinin büyük bir kısmını ithal etmekte, bu enerjinin ise büyük bir kısmını ısınma ve elektrik üretimi amaçlı olarak tüketilen doğal gaz oluşturmaktadır. Türkiye'nin doğal gaz konusundaki problemi ise kaynak çeşitliliğinin yeterli olmamasıdır.

Türkiye'de doğal gaz rezervi ve üretimi yeterli olmaktan çok uzaktır (yaklaşık % 99 ithal) bu sebeple talebin arz ile dengelenebilmesi için teknik imkanların tamamı seferber edilmeye çalışılmaktadır.

Özellikle Rusya ile yaşanan kriz esnasında hiç kimse "Rusya bize savaş açar mı?" diye düşünmemiştir. İnsanların aklına gelen ilk konu -yaklaşan kış mevsiminin de etkisiyle- "Rusya doğal gaz akışını keser mi?" olmuştur.

Türkiye'nin yıllık doğal gaz tüketimi yaklaşık olarak 50 milyar metreküptür. Bu miktarın yaklaşık % 55'i Rusya'dan boru hatları ile (Mavi Akım ve Batı Hattı), % 14'lük kısmı LNG gemileri ile ve geri kalan % 30'luk kısmı ise yine boru hatları ile Azerbaycan ve İran'dan ithal edilmektedir.

Türkiye'nin herhangi bir sebeple boru hatları ile aldığı doğal gazda herhangi bir kesinti yaşanması durumunda spot LNG pazar dengeleyici bir çözüm olarak akla gelmektedir. Sıvı halde gemilerle gelen LNG'nin depolanması ve yeniden gazlaştırılmasına yönelik kapasiteler bu çözümün yeterliliğini göstermektedir. Türkiye'de iki adet LNG gazlaştırma tesisi bulunmaktadır. Bunlar BOTAŞ'a ait Marmara Ereğlisi gazlaştırma tesisi ve EGEGAZ'a ait Aliağa gazlaştırma tesisidir. Bu iki tesisin toplam gazlaştırma kapasitesi yıllık 12 milyar metreküp. Bu da soğuk geçen kış mevsimlerinde yaklaşık 2 aylık tüketimi karşılayabilecek kapasitede olduğu anlamına gelir. Halihazırda tüketilen LNG dikkate alındığında ise Türkiye'nin depolama kapasitesi ile iki haftalık doğal gaz stoku bulunmaktadır.

Boru hatları ile gelen doğal gazda bir kesinti olması durumunda (iki haftadan daha uzun) LNG ile bu sorunu çözebilir miyiz?

Dünyadaki LNG gemileri ortalama 120.000 metreküp kapasiteye sahip. Bu da bir geminin yaklaşık 70.000.000 metreküp doğal gaz taşıyabileceği anlamına geliyor (taşıma esnasında yaklaşık % 5-7 kayıp yaşanmaktadır).Türkiye'de en soğuk dönemlerde ise ayda yaklşaık 5 milyar metreküp doğal gaz tüketilmektedir. Bu durumda yalnızca LNG kullanılması durumunda ayda 120.000 metreküp LNG kapasiteli en az 72 geminin (5.000.000.000/70.000.000) Türkiye'ye LNG taşıması gerekmektedir ki bu oldukça düşük bir ihtimaldir. Her ne kadar LNG'nin yaygınlığı artsa ve çok sayıda LNG gemisi inşaa halinde olsa da bu kapasitedeki 72 geminin bir ay boyunca yalnızca Türkiye için çalışması çok olanaklı değildir.

Bir şekilde LNG ithalatı kısmının halledildiğini varsayarsak, Türkiye'de bulunan LNG terminallerinin günlük gazlaştırma kapasitesi ise 35 milyon metreküp. Türkiye'nin sen soğuk dönemdeki günlük doğal gaz tüketimi ise yaklaşık 170 milyon metreküp. Bu da mevcut durumda LNG ile günlük tüketimin en fazla % 20'sini karşılanabileceği anlamında gelmektedir.

Bu rakamlardan yola çıkarak, LNG vasıtasyıla sadece İran veya Azerbaycan'dan gelen doğal gazda bir kesinti olması durumunda LNG talebi karşılayabilecek durumda olduğu sonucuna varılabilir (Zaten mevcut talebin %14'ü LNG ile karşılanmaktadır. ayrıca kesintinin süresi de önemli).

2016 yılı itibarıyla, dünyada 621 milyon metreküp LNG kapasitesine sahip 417 gemi bulunmaktadır. Toplam 13 milyon metreküp LNG kapasitesine sahip 84 gemi ise yapım aşamasındadır ve 2019 yılına kadar hepsi teslim edilecektir.  Gelecekte LNG'nin öneminin artacağı çok açık ancak orta vadede boru hatları ile taşıma ağırlığını korumaya devam edecektir. LNG ise, yüksek miktarda doğal gaz ve bağımlılık içeren boru hatlarında ortaya çıkan problemleri dengeleyici bir unsur olacaktır.

11 Şubat 2016 Perşembe

Rybczynski Teoremi

Uluslararası iktisat literatüründeki belli başlı teoremlerden birisi olan Rybczynski Teoremi, 1955 yılında Tadeusz Rybczynski tarafından geliştirilmiştir. Aslında bu teorem, Heckscher-Ohlin Modeli yardımıyla türetilen teoremlerden birisidir ve Hollanda Hastalığı'nı anlayabilmek için yardımcıdır.

Teorem, uluslararası iktisat, uzmanlaşma ve dış ticaret konularını ele almaktadır. Ayrıca Heckscher-Ohlin Modeli'nden türetildiği için bu modelin varsayımları da geçerlidir. Teoremi Hollanda Hastalığı'na bağlamak, oradan da Rusya ve Suudi Arabistan'ın günümüzde içinde bulundukları durumu teorem yardımıyla inceleyebilmek için kısa bir açıklama yapalım:

1) Üretim faaliyetleri dört farklı üretim faktörünün kullanılmasıyla gerçekleştirilir:
     a) Toprak (Veri-sabit kabul edilir)
     b) Sermaye (Değişebilir)
     c) Emek (Değişebilir)
     d) Girişim (Emek faktörünün özel bir türüdür)
2) Ülke tam istihdam durumundadır. Yani ülkenin elindeki bütün üretim faktörleri kullanılmaktadır.

Bu bilgiler ışığında iki mal üreten bir ülke olduğunu varsayalım. Bu ülkenin ürettiği mallar fosil yakıtlar (enerji) ve tekstil olsun.

Her iki ürün için de farklı miktarlarda emek ve sermaye kullanılmaktadır. Tabii ki fosil yakıt üretimi için daha fazla sermaye gerekirken, tekstil üretimi için daha fazla emek gerekmektedir. Böylece fosil yakıtların sermaye-yoğun, tekstilin ise emek-yoğun mallar olduğu sonucuna ulaşıyoruz.

Eğer örnek ülke fosil yakıt üretimini arttırmak isterse, kaynaklarını (emek ve sermaye) tekstil sektöründen fosil yakıt üretim sektörüne kaydırması gerekecektir. Böylece tekstil üretiminde bir düşüş gerçekleşir. Bu süreci üretim olanakları eğrisi yardımıyla inceleyebiliriz.
Yukarıdaki şekil, tekstil ve fosil yakıt (enerji) üreten bir ülkenin üretim olanaklarını göstermektedir. Şekilden de anlaşılacağı üzere, A noktasında 26 birim tekstil, 7 birim enerji üretilmektedir. Eğer ülke elindeki üretim faktörlerini (sermaye ve emek) enerji üretiminde aktarırsa tekstil üretimi azalacak, enerji üretimi ise artacaktır.

Örneğimizde kullandığımız ülke, emek yoğun mal olan tekstil üretiminden sermaye yoğun mal olan enerji üretimine yoğunlaşmak istemektedir. Bu sebeple de sermayeye daha çok ihtiyacı vardır. Ülke içinde sermayeyi kendiliğinden arttıramayacağını ve yurt dışından sermaye ithal ettiğini varsayıyoruz (çünkü ülke tam istihdamdadır). Bu durumda enerji üretimi artacaktır. Peki tekstil üretimi ne olur?

Rybczynski Teoremi tam olarak bunu açıklar. Hollanda, doğal gaz yatağı keşfederek bundan yüksek oranda üretim sağlayabilmek amacıyla dışarıdan gelen yabancı sermayenin tamamını enerji üretimi sektörüne tahsis etmiştir. Bu süreçte tekstil üretiminden enerji üretimine herhangi bir sermaye aktarımı gerçekleştirmeyi planlamamıştır.

Daha fazla sermaye ile daha fazla enerji üretimi yapmak isteyen örnek ülke amaçlamadığı halde tekstil üretiminde de düşüş yaşadığını fark eder. Sebebi ise, üretimin gerçekleştirilmesi için hem sermayeye hem de emeğe ihtiyaç olmasıdır. Yani enerji üretimi için yapılan sermaye yatırımlarını (makine, teçhizat vs.) çalıştıracak olan yine insanlardır. Bu durumda tekstil sektöründe çalışan iş gücünün bir kısmı enerji sektörüne geçerek tekstil üretiminin azalmasına sebep olmuştur. Burada ülkenin ihmal ettiği nokta, tekstil üretiminin azalmasını istememesi durumunda dışarıdan yalnızca sermaye değil, iş gücü de ithal etmesi gerektiğidir.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...