Hakkımda

25 Mart 2015 Çarşamba

Adam Smith, Ulusların Zenginliği ve Türkler


Bizim bildiğimiz adıyla “Ulusların Zenginliği”, bilinen orijinal adıyla “Wealth of Nations” ve resmi adıyla “An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations”, 1776 yılında İskoç iktisatçı (farklı sıfatları olsa da iktisatçı veya ekonomist olarak adlandırmakta bir mahsur yoktur sanırım) Adam Smith tarafından yazılmış bir kitaptır.

Adam Smith 1723-1790 yılları arasında yaşamıştır ve bu dönemlerdeki gözlemlerini, okuduklarını, duyduklarını ve araştırdıklarını kitaba aktararak iktisat bilimini (o dönemki adıyla ‘politik ekonomi’) sistematik bir şekilde ilk defa ele alarak hem merkantilist dönemi eleştirmiş hem de iktisadi olayların kurallarını keşfederek klasik iktisadi görüşün temellerini atmıştır.

Ulusların Zenginliği ve Türkçe'ye Çevrilmesi

Ulusların zenginliği, günümüzde hemen hemen bütün dillere tercüme edilmiş bir kitaptır. yayınlandığı 1776 yılından itibaren tercüme çalışmaları başlatılmıştır. Aşağıdaki tablo, Ulusların Zenginliği'nin tercüme tarihlerini göstermektedir:


Ülke
Tercüme Yılı
Almanya
1776
Fransa
1778
Norveç
1779
Danimarka
1779-1780
İtalya
1790
İspanya
1794
Hollanda
1796
İsveç
1800
Rusya
1802
Portekiz
1811
Japonya
1870
Çin
1902
Türkiye
1948

Görüleceği üzere Osmanlı diye bir ülke listede yok. Arapça, Farsça veya Türkçe dilleri de yok.  Dilimize yapılan ilk tercüme 1948 yılında yayınlanmış. 1948 yılında Türkçe basılan kitapta ise orijinalinde 5 kitaptan oluşan eserin son kitabı bulunmuyor. 5. kitabın çevirisinin de eklenmesi 2006 yılında gerçekleşiyor. Yani Türk okuyucusu, kitabın bir kısmını okuyabilmek için 172 yıl, tamamını okuyabilmek için ise 230 yıl beklemiştir. Kitabın bu kadar geç tercüme edilmesi için makul sebepler mutlaka vardır (tabii ki sebeplerin haklı olması, sonuçları değiştirmiyor). 

Yukarıdaki tabloyu aldığım eserde (Neşe ERİM, Bengü DOĞANGÜN YASA, "Wealth of Nations'ı Türkçe'den Okumak", Kocaeli Üniversitesi, Sosyal Bilimler Üniversitesi Dergisi, (19) 2010/1:19-38), kitabın yazıldığı dönemlerde Osmanlı bilim adamlarının ve düşünürlerinin yabancı dilinin Fransızca olduğu belirtilmekte ve geç çevrilmesinin sebeplerinden birisinin bu olduğu iddia edilmektedir. Günümüzde Çince yazılan bir eseri hangimiz merak eder ki? Ancak eserin 1778'de Fransızca'ya çevrilmesi bizi başka sebepler de aramaya itmektedir. Yine aynı makaleye göre hem Adam Smith hem de Ulusların Zenginliği,  Osmanlı düşünürleri tarafından biliniyor ve tartışılıyor. Üzerinde durmamız gereken konu belki de kitap olarak basılması için halkın da kitaba ve konuya ilgi göstermesi gerektiğidir. Konuyla ilgili olanlar orijinal dilinden kitabı okuyabiliyorlarsa ve halkın geri kalanında okuma yazma oranı düşükse, okur yazar olanlar da konuya ilgisizse, kitabı kim niye tercüme etsin, hangi yayınevi kitabı niye bassın? Türkiye'deki entellektüel seviyeden memnun olmayanlar, sebebi günümüz iktidarlarında, Demokrat Parti döneminde, Cumhuriyet döneminde, Meşrutiyet döneminde aramamalılar. Problem çok daha önce başlamış gibi görünüyor.

Bu yazıda, Ulusların Zenginliği kitabında yer alan metinlerde o dönemki Türk toplumu ile ilgili bilgiler içeren paragrafların incelemesi ve kısa yorumları bulunmaktadır.

Bu yazıya kaynak olan kitap; İş Bankası Yayınları, Hasan Ali Yücel Klasikleri, 2014, VIII. Baskıdır ve 1948 yılında Haldun Derin tarafından tercüme edilmiştir.

Kalın karakter kitabın ve bölümlerin başlıklarını göstermektedir. İtalik yazılar kitaptan doğrudan yaptığım alıntıları, düz yazılar ise benim yorumlarımı göstermektedir.

İkinci Kitap – Mal Mevcudunun Doğası, Birikimi ve Kullanılması
İkinci Bölüm – Mal Mevcudunun Bölünüşü Üzerine
Sayfa 303: “Gerçekte, kendinden büyüklerin ortalığı kırıp geçirmesinden sürekli korku içinde bulunan talihsiz ülkelerde, insanlar, mal mevcutların büyük bir kısmını, her zaman başlarında dolaştığını sandıkları felaketlerden biri beliriverince güvenilir bir yere götürebilmek üzere el altında bulundurmak için, çokluk, gömüp saklarlar. Bu, Türkiye’de, Hindistan’da, sanırım öteki Asya devletlerinin çoğunda, herkesin yaptığı olağan işlerdenmiş”.

Adam Smith bu bölümde doğu toplumlarında sermaye birikiminin yetersizliğinin sebeplerinden birisini anlatıyor. Yatırımlara dönüşmesi gereken tasarruflar, yarın ne olacağının belirsiz olduğu, kurumsallaşmanın ve kurumların olmadığı veya yetersiz olduğu durumlarda ihtiyat saiki ile para talebine dönüşerek, gelecekte çok daha fazla gelir elde etme imkanı veren yatırımlara yönelmemektedir. Kısacası Adam Smith'in bahsettiği şey, yatırım ortamı için istikrar gerektiğidir. O dönemin koşullarını tam olarak bilmiyorum ancak Adam Smith'in bahsettiği durum Türklerin göçebe külterden gelmeleri ile de kısmen de olsa açıklanabilir. Bu arada, Adam Smith, İngiltere'nin sermaye biriktirme maliyetini  sömürgelerine yüklediğinden bahsetmemiş.

Dördüncü Kitap – Siyasal Ekonomi Sistemleri Üzerine
Yedinci Bölüm – Sömürgeler Üzerine
Birinci Kısım – Yeni Sömürgeler Kurulmasının Nedenleri
Sayfa 608: “On dördüncü ve on beşinci yüzyıllarda Venedikliler, Avrupa’nın öbür milletlerine dağıttıkları baharatın ve başkaca Doğu Hint Mallarının çok kazançlı bir ticaretini yapıyorlardı. Türkler’in düşmanı olan Venedikliler, bunları en çok, o zaman Türkler’in düşmanı Memlükler’in egemenliği altındaki Mısır’dan satın alıyorlardı. Venedik parasının da yardımı ile, bu çıkar birliği o ticareti hemen hemen yalnız Venedikliler’e hasreden bir bağlantı oluşturdu”.

Görüyoruz ki, Doğu Akdeniz'de Venedikliler Memlükler ile ticaret yapmaktadır ve böylece Baharat Yolu'nu kullanmaya gerek duymadan, yoldaki güvenlik risklerine maruz kalmadan ve Baharat Yolu'nu kullanmak için Osmanlı'ya bir bedel ödemeden faaliyetlerini gerçekleştirebilmektedirler. 15. Yüzyılın sonunda Ümit Burnu'nun keşfedilmesi ile birlikte, İpek Yolu da Osmanlı için önemli bir avantaj olmaktan çıkmıştır.

Üçüncü Kısım – Amerika’nın ve Doğu Hint Ülkelerine Ümit Burnu Üzerinden Bir Geçidin Keşfedilmesi ile Avrupa’nın Elde Ettiği Faydalar Üzerine
Sayfa 668: “Ne mutlu ki, önceden bilinmeyen ve düşünülmeyen başka başka beş olay, sömürge ticaretinin pek önemli bir kolundan, yani Kuzey Amerika’nın on iki birleşmiş ilinin ticaretinden, artık bir yılı aşkın bir zamandır (1774 Aralık ayının birinden başlayarak) tam yoksun kalınışı, Büyük Britanya’nın herkesin umduğu kadar şiddetle hissetmesini önlemeye yardımcı olmuştur. Birincisi, ithal etmeme anlaşmalarına hazırlanırlarken, bu sömürgeler, Büyük Britanya’dan, kendi piyasalarına uygun gelen malların olancasını çekip tüketmişlerdir. İkincisi, İspanya Flotası’nın olağanüstü talebi, bir çok malı, özellikle, eskiden Britanya pazarında bile Büyük Britanya mamülleriyle rekabete girişen keten bezlerini, bu yıl Almanya’dan ve Kuzey’den çekerek tüketmiştir. Üçüncüsü, Türkiye’nin başı dertte iken ve bir Rus donanması Ege Denizi’nde dolaştığı sırada, mal ihtiyacı hiç iyi karşılanmayan o ülkenin piyasasında, Rusya ile Türkiye arasındaki barış olağanüstü bir talep yaratmıştır. Dördüncüsü, Avrupa kuzeyinin Büyük Britanya mamüllerine karşı talebi bir süredir yıldan yıla artmakta bulunmuştur. Beşincisi de, lehistan’ın son defaki bölüşülmesi ve bundan ötürü barış durumuna geçmesiyle, o büyük ülkenin piyasasının açılması üzerine, Kuzey’in artan talebine, bu yıl oradan olağan üstü bir talep eklenmiştir. Dördüncüsü hariç, bu olayların hepsi, nitelikleri bakımdan geçicidir ve rastlantıdır. Sömürge ticaretinin böylesine önemli bir kolundan yoksun kalış, yazık ki, çok daha uzun sürerse, yine bir derece sıkıntıya sebep olabilir. Gelgelelim, bu sıkıntı ucun ucun kendini göstereceği için, ansızın gelişinde olduğu kadar şiddetle hissedilmez. Bir yandan da, ülkenin çalışması ve sermayesi, bu sıkıntının zamanla fazlaca artmasını önleyecek yeni bir iş, yeni bir yön bulunabilir”.

Bu bölümde, günümüzde de olduğu gibi askeri güvenlik risklerinin ekonomideki talebe ve ticarete etkisini görüyoruz. Rus donanması Osmanlı kıyılarında gezerken yavaşlayan ticaret, barış anlaşması ile ekonomiye güven gelmesi sonucunda tekrar hızlanmıştır. Ekonominin askeri ve siyasi olaylardan etkilenmesi zaten günümüzde de yaşadığımız bir süreçtir ve önemli olan değişim rüzgarlarını fırsata çevirebilme yeteneğidir.

Dördüncü Kitap – Siyasal Ekonomi Sistemleri Üzerine
Dokuzuncu Bölüm – Tarımsal Sistemler ya da Toprak Mahsulünü Her Ülkenin Geliriyle Zenginliğinin ya Tek ya Belli başlı Kaynağı Olarak Gösteren İktisat Sistemleri Üzerine
Sayfa 758: “Eski Yunan cumhuriyetleriyle Roma’nın siyaseti, tarımı sanayiye yahut dış ticarete göre daha üstün tutmakla birlikte, öyle görülüyor ki, ona doğrudan doğruya yahut bile bile destek olmaktan çok, beriki işleri kösteklemiştir. Eski Yunan devletlerinin birkaçında dış ticaret tümüyle yasaktı. Öteki bir kaçında da, zanaatçılarla imalatçıların işleri; askeri talim ve beden hareketlerinin insan vücudunda yaratmaya çalıştığı alışkanlıklar bakımından yeteneksiz hale getirerek, öylece savaş yorgunluklarına katlanma ve savaş tehlikelerine karşı durma niteliklerinin vücuda az çok kaybettirdiğinden, gövde gücü ve çevikliği için zarar sayılıyordu. Bu tür uğraşlar yalnız kölelere yaraşır diye düşünülüyor; devletin özgür yurttaşlarının onları yapması yasak ediliyordu. Bu tür yasağın bulunmadığı Roma ve Atina gibi devletlerde bile, büyük halk topluluğu gerçekte kentlerde şimdi çoğu kez ayak takımının yaptığı zanaatların, hepsinin dışında bırakılıyordu. Atina ile Roma’da bütün bu gibi zanaatlarla zenginlerin köleleri uğraşıyor; bu işleri efendilerinin hesabına yapıyorlardı. Zenginlerin kölelerinin yaptığı ile rekabete girince, yoksul bir özgür kimse için, kendi yaptığı esere bir sürüm yeri bulmak, efendilerinin zenginliği, gücü ve kayırması dolayısıyla, hemen hemen kabil olmuyordu. Ama kölelerin icatçı oldukları çok seyrektir; makinede olsun, işin düzenlenip bölünmesinde olsun, emeği kolaylaştırıp kısaltan en önemli ilerlemeler özgür insanların buluşlarıdır. Kölenin biri bu tür herhangi bir ıslahı önerecek olsa, hemen efendisi bu öneriyi tembelliğin dürtüsü ve efendinin zararına emeğini esirgemek gibi görür. Ödül yerine, zavallı köle, ihtimal ki çok kötü muamele, belki ceza görür. Bu nedenle köleler eliyle yürütülen sanayide aynı miktar işi yapmak için genellikle özgür insanlarca yürütülenlerdekine göre daha çok emek kullanılmış olmak gerekir. Ondan ötürü, kölenin yaptığı iş, genellikle ötekilerin yaptığından daha pahalıya gelmek gerekir. Bay Montesquieu, Macar madenlerinin, dolaylarındaki Türk madenlerinden daha zengin olmadıkları halde, her zaman daha az masrafla, dolayısıyla, daha çok karla işletildikleri görüşündedir. Türk madenlerini köleler işletmektedir. Makine olarak da, her zaman Türkler’in aklına o kölelerin kollarını kullanmak gelmiştir. Macar madenlerini, kendi işlerini kolaylaştırıp kısaltmak için birçok makine kullanan özgür insanlar işletir”.

Adam Smith'in başlıkta kastettiği iktisat sistemi, fizyokrasidir. Fizyokrasi, toprağa dayalı üretimi birinci plana alarak, sanayi ve ticareti ikinci plana atmaktadır. Zenginliğin ilk göstergelerinden ve soylu sınıfa mensup olmanın şartlarından olan toprak, o dönemlerde çok daha fazla öneme sahipti. Para kazanmak için el sanatlarıyla uğraşmak ve ticaret yapmak ise daha alt sınıflardan insanların yaptıkları işler olarak görülüyordu. İktisat tarihine kısaca bakarsanız, Roma İmparatorluğu'nun yıkılma sebeplerinden birisinin bu olduğunu görürsünüz. Toprağın ekonomik değerinin bir sınırı vardır ancak teknik yeniliklerle desteklenen bir ticaretin kazancının teorik olarak bir üst sınırı yoktur. Yalnızca askeri fetihlerle sürdürülebilir bir ekonomi yaratılamaz. Çünkü fetihlerin marjinal maliyeti, marjinal faydasına kısa sürede eşitlenir. Osmanlı da aynı süreci yaşamıştır. Türk madenciler örneğine gelince, kitaptakileri doğru kabul edersek (doğru kabul etmek için fazlaca sebebimiz var), teknik yeniliklerin ve icatların yetersiz olması sebebiyle, bugünlerde tartıştığımız "orta gelir tuzağı"na zaten en azından 250-300 yıl önce yakalandığımız ve hala çıkamadığımız sonucuna ulaşabiliriz.

Beşinci Kitap – Hükümdarın Yahut Devletin Geliri Üzerine
Birinci Bölüm – Hükümdarın Yahut Devletin Giderleri Üzerine
Üçüncü Kısım – Bayındırlık İşlerinin ve Kamu Kurumlarının Gideri Üzerine
Sayfa 815: “Ticaretin Barbar ve uygarlaşmamış uluslarla yapılan belli kolları olağanüstü desteğe gerek gösterir. Afrika’nın batı kıyısıyla ticaret yapan tacirlerin mallarına şöylesine bir mağazanın ya da tüccar yazıhanesinin sağlayabileceği güven azdır. Barbar yerlilerden korunabilmeleri için, bunların konulduğu yerin epeyce tahkim edilmiş olması gerekir. (…) Ne savaş ne ittifak amaçlarının herhangi bir biçimde gerek göstermeyeceği yabancı ülkelerde, ticaret çıkarları, elçiler bulundurulmasını çoğu zaman gerekli kılmıştır. İstanbul’a bir büyükelçi atamasına ilkin, Türkiye Ortaklığı ticareti sebep oldu. Rusya’daki ilk İngiliz büyükelçilikleri, sırf, ticari çıkarlardan ötürü vücut buldu".

Bu paragraf, merkantilist dönemdeki olayları göstermektedir. İlk çokuluslu şirketlerin denizaşırı yatırımlarını korumak amacıyla daha fazla maliyete katlandıklarını görüyoruz. Ayrıca ilk büyükelçiliklerin de bu amaca yönelik, yani tüccarı koruma amaçlı olarak açıldığı sonucuna da ulaşabiliriz. Gelişmiş ülkelerin, daha fakir ülkelerde nasıl ve neden mallarını çok pahalıya sattıklarını da en azından o dönem için kısmen açıklamış oluyoruz.

Sayfa 818: “Bugün Büyük Britanya’da, dış ticaret için var olan yasal ortaklık, eski uzak ülkeler tacirlerinin ortaklığı olup, şimdi genellikle Hamburg Ortaklığı, Rusya Ortaklığı, Doğueli Ortaklığı, Türkiye Ortaklığı ve Afrika Ortaklığı adını taşımaktadır”

Büyük Britanya şirketleri, çeşitli ülkeler ile yaptıkları ticarette, Osmanlı'daki lonca benzeri kuruluşları tekel haline getirmişlerdir ve bu şirketlere imtiyazlar vermişlerdir. Bu şirketlerin en ünlüsü de herkesin bildiği Doğu Hindistan Şirketi'dir. Bu şirketlere imtiyazlar verilmesinin sebebi ise, devlet politikasının bir aracı olmaları ve dolayısıyla devletin amacına hizmet etmeleridir.

Sayfa 819: “Türkiye Ortaklığı’na giriş aidatı eskiden, yaşı yirmi altıdan aşağı olan herkes için yirmi beş lira, o yaşı geçmiş olan herkes için elli lira idi. Tacirlerden başkası oraya giremiyordu; bu, bütün dükkancılarla perakendecileri ortaklık dışı bırakan bir kayıttı. Bir tüzük maddesi gereğince, İngiliz mamulleri, fark gözetilmeksizin herkesin yararlanmasına açık bulunan ortaklık gemilerinden başkasıyla Türkiye’ye ihraç edilemiyordu. Bu gemiler her zaman Londra Limanı’ndan yola çıktıkları bu kısıtlama, ticari, masrafı ağır olan o limanla ve yalnızca Londra’da ve dolayında oturan tacirlerle sınırlandırıldı. Bir başka tüzük maddesi gereğince, Londra’nın yirmi millik çevresi içinde oturup da Londra’nın gedikli hemşerisi olmayan kimse, üyeliğe kabul edilemiyordu. Bu bir başka kısıtlama ki, yukarıdakine eklenince, Londra’nın gedikli ahalisinden başkasını ister istemez ortaklık dışı bırakıyordu

Bu paragraf, önceleri rekabetten koruyarak kaynak israfının önüne geçilmesini amaçlayan kurallar olduğunu bize gösteriyor. Türkiye ile yapılan ticaret, Türk Ortaklığı isimli kooperatif benzeri bir yapı tarafından yürütülüyor ve isteyen herkes bu ortaklığa dahil olamıyor. Bu uygulama, merkantilist dönemin sonlarında gerçekleşmektedir ve ithalatın kısıtlanmasını kolaylaştırmaktadır. 

Sayfa 821: “Türkiye ticareti, bu parlamento kararıyla herkese bir dereceye dek açılmış olmakla birlikte, birçok kimseler onu hala büsbütün serbest olmaktan pek uzak görmektedirler. Bir büyükelçi ve iki üç konsolos bulundurma masrafına Türkiye Ortaklığı katılmaktadır. Devletin öbür elçileri gibi, bunların da bütün masrafı devletçe sağlanmak ve o ticaret Haşmetli Kral’ın bütün uyruklarına açık tutulmak gerekir. Ortaklıkça, tüzel kişiliğin bu ve öteki amaçları için toplanan çeşitli vergiler, devletin bu gibi elçiler bulundurmasını mümkün kılmaya yetecek bir gelirden çok daha fazlasını getirebilir”

Bu paragraf ise, ekonomide serbestleşmenin yavaş yavaş başladığını gösteriyor. O kadar ki, ticari işler sebebiyle İstanbul'da bulundurulması gereken diplomatların maaş ve iaşesine Türkiye Ortaklığı da katılıyor. Günümüzdeki kamusal mal anlayışından biraz uzak olmasına rağmen, aslında bugün bile benzer uygulamaların olduğunu görüyoruz. Uzak ve resmi diplomatik ilişkilerimizin olmadığı küçük ülkelerde, o ülkeyle ticaret yapan bir iş adamımız gerekli izinler ile fahri başkonsolos olarak görev yapmaktadır.

18 Mart 2015 Çarşamba

Yüksek Faiz Tefecinin Eline Düşürür mü?

 
12.03.2015 tarihinde TCMB ve Cumhurbaşkanlığı arasındaki faiz tartışmasının tatlıya bağlanmasının ardından, bir gazetenin 13.03.2015 tarihli internet sayfasında yüksek faizin KOBİ'leri tefeciye ittiğine dair bir haber gördüm. Haberde, faiz oranları % 14 - 15 dolaylarında olduğu zaman, tefeci faizinin % 10 dolaylarında olduğunu söylüyor. Böylece insanlar tefecilerin kucağına itiliyormuş. Mevduat faizlerinin % 9'un üzerinde olduğu, ticari kredilerin % 14 olduğu bir ortamda % 10 ile kredi veren hayırsever bir tefeci (!) var karşımızda.

Öncelikle tefecinin ne olduğuna bakalım. TDK sözlüğüne göre tefeci, "el altından yüksek faiz ile borç veren kimse" anlamına geliyor. Yani yukarıda yapılan iş tefecilik değil. Bir insan tefeciye niye gider? Tefecilik, her şeyden önce bir karaborsadır. Peki, karaborsa nedir? TDK sözlüğe göre "piyasada olmayan bir malın gizlice yüksek fiyatla alınıp satılması işi" anlamına geliyor. Dolayısıyla bir malın karaborsada işlem görebilmesi için, piyasada bulunmaması gerekiyor, yani kıtlık olmalıdır. Kıtlık nasıl gerçekleşir? Konu tefecilik olduğu için, para piyasası üzerinden inceleme yapılması uygun olur. Türkiye'ye uygun hayali bir ödünç verilebilir fon veya kredi piyasası üzerinden örnek verelim:
Mavi Grafikler
Yukarıdaki grafik, kredi piyasasında fiyatın, yani faiz oranının oluşumunu göstermektedir. Kredi arzı eğrisi, faizin artan bir fonksiyonudur. Yani faiz oranları arttıkça, daha fazla insan faiz karşılığında borç vermek istemektedir (faiz oranı %5 iken kredi arzı 50 TL (E Noktası), faiz oranı %10 iken kredi arzı 100 TL (A Noktası), faiz oranı %15 iken kredi arzı 150 TL (C Noktası)). Kredi talebi eğrisi ise, faizin azalan bir fonksiyonudur. Yani faiz oranları arttıkça, daha az insan kredi çekmek istemektedir (faiz oranı %5 iken kredi talebi 150 TL (D Noktası), faiz oranı %10 iken kredi talebi 100 TL (A Noktası) ve faiz oranı %15 iken kredi talebi 50 TL (B Noktası)). Kredi arzının ve kredi talebinin eşit olduğu, yani arz ve talep eğrilerinin kesiştiği nokta olan A noktasında piyasa faiz oranı olan % 10 oluşur.

Mavi ve Kırmızı Grafikler
Yatırımlar faizin azalan bir fonksiyonudur yani faiz oranları arttıkça, insanlar bu yüksek faiz oranı ile kredi kullanmak istemeyeceği için yatırımlar azalır. Peki otorite tarafından piyasa faiz oranının altında bir tavan fiyat belirlenirse ne olur? Kırmızı renkli çizgi, tavan faiz oranını göstermektedir. Piyasada faiz %10 olmasına rağmen otorite %5 faiz oranı belirleyerek piyasaya müdahale etmiştir. Bu durumda piyasada bir kıtlık var. Faiz oranı %5 olduğunda yalnızca 50 TL kredi arzı vardır (E Noktası) ve buna karşılık 150 TL kredi talebi vardır (D Noktası). Arada 100 TL tutarında bir kıtlık ortaya çıkmıştır. Bu durumda kredi kullanmak isteyenlerin bir kısmı için yeterli fon piyasada yoktur. Yasal olarak da daha fazla faiz olamayacağı için, yasadışı yollara bir yönelim başlar, yani karaborsa oluşur. Para piyasasının karaborsası ise tefeciliktir.

Yeşil Grafikler
Yukarıdaki grafikte bulunan yeşil renkli yeni eğriler ise, tasarrufların artması ile ortaya çıkan yeni dengeyi ve faiz oranını göstermektedir. Yani faizleri düşürmenin yolu, tasarrufları arttırmaktan, Türkiye'de ise özel olarak o tasarrufları piyasaya sürebilmekten geçmektedir.  Bir şekilde kredi piyasasına sürülen yani arz edilen krediler arttıkça, faizler de düşmektedir. Kredi talebinin çeşitli sebeplerle bir miktar artacağını varsayarsak, iki yeşil eğrinin kesiştiği nokta, %5 faiz oranını oluşturmaktadır (G Noktası).

Kredi talebini, yani yatırımları azaltmadan piyasa faizlerini indirmenin yolları bellidir. Türkiye'de insanların tasarrufları (kredi arzı) yatırımları (kredi talebi) karşılamaya yetmediği için faizler yüksek. Bunun çözümlerinden birisi, diğer ülkelerde yaşayan insanların yapmış olduğu tasarrufları Türkiye'ye getirmektir. Tabii ki bunun için de makul bir faiz oranı gerekli. Bu makul faiz oranı, yabancıların tasarruflarını başka bir ülkeye değil de Türkiye'ye göndermeye ikna edecek seviyede olmalı. Tabii ki faiz dışında finansal ve siyasi istikrar da yabancı tasarrufların Türkiye'ye gelmesi açısından önemli bir faktördür.

İkinci çözüm ise daha çok insanın tasarruf etmesini ve Türkiye özelinde daha da önemlisi birikimlerini piyasaya yönlendirmesini sağlamaktır. Bireysel emeklilik sistemi bu amaca hizmet etmek amacıyla revize edilmişti ve %25 devlet katkısı sağlanmıştı. Böylece insanlar birikimlerinin bir kısmını bu sisteme dahil ederek kredide kıtlığı azaltabilirler ve faizlerin düşmesine katkıda bulunabilirler. Bunun dışında Türkiye'de insanlar bankacılık sistemine dini sebeplerle soğuk bakıyorlar ve önemli bir kesim vadesiz mevduat bile olsa parasını bankaya yatırmıyor. Konu ile ilgili yazılmış birkaç tane yüksek lisans tezi var. Ayrıca mülk sahiplerinin, bankaları kiracı olarak kabul etmedikleri gibi haberleri de sanırım herkes duymuştur. Bunun dışında, insanların birikimlerini koruma aracı olarak altın karşımıza çıkıyor. Bankaya yatırılmayan para, altın olarak evde saklanıyor. Dünya Altın Konseyi bu yııln başında Türkiye de yastık altında 3.500 ton altın olduğunu açıkladı. Bu durumu veri olarak kabul etmeliyiz. Son dönemlerde devletin altın katılım bankacılığı yapacağı haberi de tasarrufların piyasaya sürülmesi açısından doğru bir adım olacak gibi görünüyor.

Oldukça eskiye gitmiş oluyoruz ama Adam Smith'e kulak verelim (İtalik yazılar doğrudan kitaptan aldıklarımı, parantez içindeki yazılar ise benim eklemelerimi göstermektedir):

Ulusların Zenginliği, İkinci Kitap, Bölüm IV: Faizle Verilen Mal Mevcudu Üzerine
"Faize izin verilen ülkelerde, tefecilik zulmünü önlemek üzere, kanun, genel olarak cezaya uğramadan alınabilecek en büyük oranı saptar. Bu oran, her zaman için, en düşük pazar fiyatının veya paranın kullanılması için en büyük inancayı (teminat) verebilenlerin çokluk ödediği bedelin biraz üstünde olmalıdır. Bu kanunlu oran, en düşük pazar oranının aşağısında saptanacak olursa (örneğimizdeki tavan faiz oranı-kırmızı çizgi) bunu böyle kestirip atmanın sonuçlarının hemen hemen faizin toptan yasak edilmesindeki gibi olması gerekir. Alacaklı, parasını kullanılışındaki değerinden aşağı ödünç vermez. Borçlu da, kullanmanın tam değerini kabul etmekle onun göze aldığı rizikonun karşılığını kendisine ödemelidir. Bu kerte, tam tamına en düşük pazar fiyatı üzerinden saptanırsa, çok sağlam kefalet gösteremeyenlerin hepsinin ülkeleri kanunlarına saygı duyan insanlar yanındaki itibarını ortadan kaldırır; onları, anasının nikahını (evet, aynen bu şekilde tercüme edilmiş, orijinalinde geçen ifade 'exorbitant usurer') isteyen tefecilere başvurmak zorunda bırakır".

"Hiçbir kanun, alışılmış faiz kertesini, o kanunun yapıldığı sırada çokluk rastlanan en düşük pazar oranının aşağısına indiremez. Fransız Kralı'nın, faiz oranını yüzde beşten yüzde dörde indirmeye kalkıştığı, 1766 tarihli buyrultuya karşın, türlü türlü yollarla kanundan yan çizilerek (yani tefecilik), para, Fransa'da yüzde beşten ödünç verilmeye devam olundu".

11 Mart 2015 Çarşamba

Türkiye'de Petrol ve Doğal Gaz




İnternetin yaygınlaşması ve forward edilen elektronik postalar ile birlikte, Bor elementinden ve hatta var olmayan elementlerden zengin olma hayalleri kurmaya başladık. Aynı şekilde, Türkiye'nin bir petrol denizi üzerinde olduğu ama yabancıların çıkarmamıza izin vermedikleri dezenformasyonuna maruz kaldık. Konu ile ilgili internette bolca yazı var zaten ama akademik olarak ilgi alanım olması ve bu blog sayfasını kurma amacıma uygun düşmesi sebebiyle bir miktar bilgi sahibi olduğumu ve bu bilgileri buraya aktarmamın doğru olduğunu düşünüyorum.

Türkiye'de Petrol Neden Yok?

Türkiye'de neden petrol (veya doğal gaz) yok, dinozorlar(!) veya petrolün oluşumuna kaynak teşkil eden canlılar Türkiye sınırını geçmek istemeyip tam sınırda mı öldüler sorusunu sorduruyor insanlara. Tabii ki gerçekte süreç bu kadar basit değil ancak konunun anlaşılması için çoğunluğun kabulleri üzerinden devam etmekte fayda var diye düşünüyorum. Aslında Türkiye'nin sınırları ile petrolün bulunduğu bölgeler arasındaki nedenselliği yanlış kuruyoruz (Basketbolcular, basketbolcu oldukları için uzun değildirler, uzun oldukları için basketbolcudurlar gibi). Petrol oluşumuna kaynak teşkil eden canlılar da tabii ki Türkiye sınırına kadar gelip ölmediler, orada öldükleri için Türkiye sınırı bu şekilde çizildi. Türkiye'nin sınırı çizilirken, savaştan çıkan ve güvenlik paranoyasına sahip olan Türkiye haliyle önce güvenlik diyerek askerleri görevlendirirken, İngilizler jeologları göndererek muhtemel petrol sahalarının Türkiye sınırının dışında kalmasını sağlamışlardır. Biz de jeologları gönderseydik petrol sahalarının bir kısmını da olsa sınırlarımız içine alabilecek gücümüz var mıydı, orası şüpheli.
Yukarıdaki harita, Ortadoğu bölgesinin fiziki haritasıdır ve Türkiye'de neden petrol olmadığının sebeplerinden birisini göstermektedir. Dağlık ve kayalık arazilerde petrol olması ihtimali azdır ve tabii ki yüzey ve zemin sebebiyle sondaj ve petrol çıkarma işlemleri de yapılamamaktadır. Petrolün daha rahat çıkarıldığı bölgelere baktığımızda, düz araziler olduğunu görmekteyiz. Yalnızca İran'ın bize benzer fiziki özellikleri var ancak İran'ın da iyi bir petrol rezervine sahip olan Hazar Denizi'ne kıyısı bulunmaktadır.

Türkiye'de Hiç mi Petrol Yok?

Türkiye'de tabi ki petrol var ancak yıllık tüketimimizin yalnızca % 10'unu karşılamaya yetiyor. Peki Türkiye daha fazla petrol üretemez mi? Üretebilir tabii ki ama toplum bu fazla üretimin bedelini ödemeye hazır mı? Bir varil (yaklaşık 159 litre) BRENT petrolün fiyatı 09.03.2015 itibarıyla 57 $. Türkiye'de petrol çıkarmaya çalıştığımızı ve çıkardığımız petrolün bir varilinin maliyetinin abartılı bir şekilde 200 $ oluduğunu varsayalım, bunu çıkarmaya devam eder miyiz veya etmeli miyiz? Devam etmeliyiz diyenler, 60 $ bedelle ithal bir cep telefonu satın alabilecekken, aynı cep telefonunu 200 $'a sadece Türkiye'de üretildiği için alırlar mı (her iki telefonun da aynı olduğunu varsayıyoruz)?

Türkiye'de Petrol Çıkarmanın Maliyeti Neden Yüksek?

Yazının buraya kadarki bölümünden çıkaracağımız sonuç; petrolümüzün az olduğu ve Türkiye topraklarında petrol çıkarmanın maliyetinin yüksek olduğudur. Yani mesele yalnızca fiziki değil, aynı zamanda ekonomik. Peki Türkiye'de petrol çıkarmanın maliyeti neden yüksek? Bu sorunun cevabına ulaştığımızda, "Türkiye'de petrol yok" ve "Türkiye'de petrol var ama çıkarmıyorlar" cümlelerinin her ikisinin de altında yatan nedenleri bulmuş oluruz diye düşünüyorum. 

Fiziki Olarak Petrol Olmaması

Türkiye'de fiziki olarak petrolün yetersiz olduğunu zaten birçok kurum açıklıyor. Türkiye'de bugüne kadar açılan kuyuların sayısı, ABD'de Texas eyaletinde yalnızca birkaç petrol sahasında açılan kuyuların sayısının belki % 10'u kadardır. Doğru, petrol sondajı amaçlı kuyu açma sayımız düşük ancak kim birkaç milyon dolarlık ve geleceği belirsiz bir yatırım yapar ki? Petrol bulma ihtimalinin yüksek olduğu yerlere sondaj kuyusu açılır ancak Türkiye bu konuda umutsuz sayılabilir. "Olsun, özel sektör yapmıyorsa devlet kurumları zararına da olsa yapsın bu işi" diyenler olabilir ancak bu kurumların zararını ek vergiler ile ödemeye toplum olarak razı olmamız gerekli.

Açılan Kuyuların Verimsiz Olması

Diyelim ki Türkiye'de bir kuyu açtık ve petrol bulduk. Türkiye'deki tektonik hareketler yani depreme neden olan jeolojik faaliyetler sebebiyle, bir petrol sahasında 100 yıl boyunca yetecek petrol rezervi bulma ihtimali çok düşük. Bir kuyuyu açtığınızda ve petrol bulduğunuzda bu rezerv size birim zamanda çok az petrol vermektedir. Türkiye'de günde yalnızca üç varil petrol üretebilen kuyular bulunmaktadır. Arap coğrafyasında ise bir günde yüzbinlerce varil petrol sağlayan kuyular ve sahalar bulunmaktadır. Bu da maliyet avantajını kaybetmeye ve ithalata yönelmeye sebep olmaktadır. Zaten Kuzey Kutbu'nda ve okyanus tabanlarında petrol ve doğal gaz arayan şirketlerin, sadece bizi sevmedikleri için Türkiye'de petrol çıkarmamaları da pek akla yatkın gelmiyor.

Petrolün Kalitesinin Yetersiz Olması

Ham petrolün yeraltından kolay veya daha az maliyetle çıkarılabilmesi için, gravitesinin yüksek olması gerekir. Gravite ham petrolün yoğunluk değeridir. 70-45 API (American Petroleum Institute) değeri çok hafif, 45-25 API değeri hafif, 25-10 API değeri ise ağır petroldür. 10 API değeri suyun yoğunluğuna eşttir. Dünya petrolleri çoğunlukla 27-35 arasındadır. Dünyada 5-7 ve 10-12 arasında API değerine sahip petroller de bulunmaktadır. Türkiye'de ise 30-40 arsında API değerine sahip olan petrol sahaları da bulunmakla beraber, genellikle 20-35 API aralığındadır. Maalesef en fazla petrol rezervine sahip olan Batı Raman Sahası'ndaki petrolün API değeri 13'tür, yani suyun yoğunluğuna çok yakındır. Bu da petrolün kuyudan çıkarılmasını ve işlenmesini zorlaştırmakta, yani maliyeti arttırmaktadır.

Yukarıdaki basit ve kısa bilgiler, petrol ile ilgili efsanelerin de çıkış sebebini oluşturmaktadır.  Bir yerde arama sonucunda petrol bulunmuş olabilir ve evet, daha sonra kuyu betonla kapatılmış da olabilir. Ulaşılan petrolün gravitesi düşük ise ve kuyuda yereli miktarda petrol yok ise o kuyu terk edilir. 2.000-3.000 metre derinliğindeki bir kuyuyu da açık bırakmak haliyle mantıklı değildir. Bu şehir efsanelerinin ortaya çıkmasına sebep olan etken, işin ekonomik boyutunun dikkate alınmıyor oluşudur.

Türkiye'de Hiç Petrol Çıkarılmayacak mı?

Türkiye'de belki uzun vadede önemli miktarlarda petrol çıkarılabilir. Eğer dünyada petrolün varil fiyatı 250 $'ı bulursa Türkiye'de varsayımımızdaki 200 $ maliyetle petrol çıkarılan kuyuların üzerindeki beton kaldırılır ve üretime başlanır. Tabii ki motorlu taşıtların ilerleyen dönemlerde elektrik ile çalışacağını varsayarsek petrol fiyatının hiçbir zaman bu seviyelere gelmeyeceğini tahmin ediyorum. Yani dünyada petrol azalmadan önce zaten petrole olan ihtiyacımız büyük ölçüde ortadan kalkacaktır. Bu sebeple yerli otomobil yatırımını elektrikli ve hatta hidrojen ile çalışan araçlardan yana kullanmakta fayda var.

Konu ile ilgili daha ayrıntılı bilgi için:
"Petrol ve Doğal Gaz" (Çağdaş ACAR, Sevtaş BÜLBÜL, Fevzi GÜMRAH, Çiğdem METİN, Mahmut PARLAKTUNA)

4 Mart 2015 Çarşamba

Dolaylı Vergiler Gelir Dağılımını Nasıl Etkiler?

Devletin en önemli gelir kalemi olan ve olması gerektiği de klasik iktisat literatüründe belirtilen vergilerin, toplumsal refahın yeniden dağıtılması ve toplumsal barışın sağlanması gibi bir görevi de vardır. Peki bu vergi oranları neye göre belirlenir? En temel vergi olan gelir vergisinin oranının nasıl belirlenmesi gerektiği ile başlanılırsa oldukça anlaşılır olacaktır.

İlk olarak, vergilendirmenin adaletli olması gerekir. Burada anahtar kelime "adalet". Eşit değil, adil olmalı. Peki adaletin ölçüsü nedir?

Aylık geliri 1.000 TL olan birisini düşünelim. Bu insan ne kadar gelir vergisi verirse, "Daha fazla vergi vermek istemiyorum" der? 100 TL diyelim.

Aylık geliri 2.000 TL olan birisinden ne kadar gelir vergisi alınırsa "Daha fazla vergi vermek istemiyorum" cümlesini kullanır? 220 TL olsun.

Vergilendirmede teorik olarak böyle bir yöntem belirlenmesinin amacı, her vergi mükellefinin vergi verirken aynı olumsuz duygulara sahip olmasını sağlamaktır. 

Bu şekildeki tahminleri yaparak her bir gelir dilimi için vergi oranlarını belirleyerek artan oranlı vergi sisteminin şablonunu oluşturabilir ve şöyle bir tabloya ulaşabiliriz:

Brüt Gelir
Marjinal Vergi Sınırı
Vergi Oranı
1.000 TL
100 TL
% 10
2.000 TL
220 TL
% 12
4.000 TL
500 TL
% 13
8.000 TL
1.200 TL
% 15
16.000 TL
3.000 TL
% 19
32.000 TL
7.000 TL
% 22
64.000 TL
15.000 TL
% 23
128.000 TL
40.000 TL
% 31
256.000 TL
100.000 TL
% 39
 
Türkiye'de her tür üretim faktörü sahibinin yani girişimin, emeğin, sermayenin ve toprağın sahibinin en çok yakındığı şey vergilerdir ve bunu da "ne iş yaparsan devlet sana % 50 ortak" diyerek belirtirler. Gerçekten durum bu mu?

Durumu daha iyi gösterebilmek ve karşılaştırma yapabilmek için, OECD ülkelerindeki toplam vergi ve kesintilerin GSYİH'ya oranına bakmak yerinde olacaktır. Aşağıdaki tabloda bu bilgiler, seçilmiş ülkeler için görülebilir (Kesintilerden kasıt, sosyal güvenlik kesintileridir): 

Ülke
Vergi+Kesintiler/GSYİH
Vergi/GSİYH
ABD
% 25,4
% 19,3
Almanya
% 36,7
% 22,7
Avusturya
% 42,5
% 27,9
Belçika
% 44,6
% 30,5
Danimarka
% 48,6
% 47,8
Finlandiya
% 44,0
% 31,3
Fransa
% 45,0
% 28,3
İsveç
% 42,8
% 33,0
İtalya
% 42,6
% 29,7
Kanada
% 30,6
% 25,7
Meksika
% 19,7
% 16,7
Norveç
% 40,8
% 31,1
Türkiye
% 29,3
% 21,3
Yunanistan
% 33,5
% 22,9
OECD Ortalaması
% 34,1
% 24,7

Tablodan da görüleceği gibi, Türkiye'de vergiler yüksek değildir. Hatta OECD ortalamasının altında olduğu açıktır. Türkiye'deki vergi problemi aslında vergilerin yüksek olması değil, adaletsiz olmasıdır. Bu adaletsizliği sağlayan düzenleme ise, çeşitli sebeplerle empoze edilen dolaylı vergilerin, kendilerine ihtiyaç duyulmasını sağlayan olay ve etkileri ortadan kalktıktan sonra bile varlıklarını sürdürmeye devam etmeleri ve toplam vergiler içindeki paylarının sürekli artmasıdır.

(Gelir vergisinin en üst dilimi Türkiye'de % 35, İsveç'te % 57'dir).

Tabloda dikkat çeken bir başka nokta da, sosyal refah devleti ilkesini benimseyen ülkelerde, vergilerin oldukça yüksek olduğudur. Bu ülkelerde artan oranlı vergiler gelir dağılımını düzeltici görevlerini yerine getirmektedirler.

Dolaylı vergilerin toplam vergiler içindeki oranı neden düşük olmalıdır?


Vergi dilimlerini oluşturduğumuz tabloya yeniden göz atmamız gerekli. Devlet, brüt geliri 1.000 TL olan kişiden 100 TL gelir vergisi kesti ve geriye 900 TL net gelir kaldı. Şimdi bu kişinin yapabileceği harcamaları listeleyelim:



Harcama Kalemi
1.000 TL Gelir
256.000 TL Gelir
X (% 1 KDV)
200 x 1,01 = 202
2.000 x 1,01 = 2.020
Y (% 8 KDV)
300 x 1,08 = 324
3.000 x 1,08 = 3.240
Z (% 18 KDV)
400 x 1,18 = 472
4.000 x 1,18 = 4720
Toplam KDV
2 + 24 + 72 = 98 TL
20 + 24 + 72 = 980 TL
Gelir vergisi + KDV
100 + 98 = 198 TL
100.000 + 980 = 100.980 TL
Toplam Vergi/Gelir
% 19,8
% 39,4

KDV oranları farklı X, Y ve Z mal veya hizmetlerine para harcanmaktadır. Haliyle daha fazla gelire sahip olan kişi, daha fazla harcama yapacaktır ancak tabii ki de 256 kat daha fazla geliri olduğu için 256 kat daha fazla yemek yemeyecektir.

1.000 TL geliri olan kişi 98 TL dolaylı vergi ve 100 TL gelir vergisi ödeyerek 198 TL toplam vergi ödemesi yapacaktır. 256.000 TL geliri olan kişi ise, 980 TL dolaylı vergi ve 100.000 TL gelir vergisi ödeyerek toplam 100.980 TL vergi ödemesi yapacaktır.

Sonuç olarak, 1.000 TL geliri olan kişi için vergi oranı % 10'dan neredeyse iki katına çıkarak % 19,8'e yükselirken, 256.000 TL geliri olan kişi için vergi oranı % 39'dan yalnızca % 0,4 puanlık artışla, % 39,4'e yükselecektir.

Eğer ülkede yalnızca gelir vergisi yani doğrudan vergi olsaydı, verginin maliyeti herkes için aynı olacaktı. Dolaylı vergiler sisteme dahil edildiğinde, gelire göre bir düzenleme yapılamayacağından, düşük gelirli kişiler için verginin maliyeti oldukça fazla artmaktadır. Türkiye'deki vergi adaletsizliğinin temelinde yatan bozukluk budur.

Vergi gelirleri içinde dolaylı vergilerin payı % 33,9, doğrudan vergilerin payı ise % 66,1'dir. Adaletli bir vergi sistemi için, bu oranların tam tersi olması gerekmektedir.



Dolaylı vergiler gelir dağılımını düşük gelirlinin aleyhine bozar ancak devletin bu vergileri tercih etmesinin bir sebebi vardır. Dolaylı vergilerin toplanması ile ilgili maliyetler üretici ve satıcılara yüklenmiş olur. Akaryakıta zam geldikçe ortaya çıkan ve akaryakıt istasyonlarını vergi dairesi olarak resmeden karikatürler bu açıdan aslında gerçeği yansıtmaktadır.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...