Hakkımda

12 Ağustos 2016 Cuma

Tüketim Toplumunun Yansımaları


Çok uzun yıllardır Türkiye'nin bir tüketim toplumu olduğundan bahsediyoruz. Peki bir ülke neden tüketim toplumu olur? Bir ülkenin tüketim toplumu olduğuna nasıl karar verilir? Kriterler nedir? Tüketim toplumu olmanın kötü yanı nedir?

Toplumlar temel olarak tüketecekleri ürünleri üretirler ve böylece ekonomi dengede olur. Eğer üretim tüketimden fazlaysa, üretim fazlasını takasta kullanarak diğer tüketim ürünlerini alırlar veya biriktirerek tasarruf ederler. Bu tasarruflar da yatırıma dönüşür. Buraya kadar problem yok. Ancak eğer toplum ürettiğinden daha fazlasını tüketiyorsa, üstelik bu durum kronik bir hal almışsa bir hastalığın belirtileri ortaya çıkmış demektir.

Bir toplum ürettiğinden daha fazla tüketiyorsa bunun ancak iki sonucu olabilir:
(1) Ülkenin varlıkları/birikimi/sermayesi azalıyordur veya
(2) Ülke borçlanıyordur.

Türkiye uzun yıllardır kronik cari açık problemi ile yaşamaktadır. Yani ürettiğinden fazlasını tüketmektedir. Eğer 50 milyar dolarlık bir cari açık varsa, basitçe tüketim üretimden 50 milyar dolar fazla demektir. Diğer ülkeler bu ürünleri Türkiye'ye karşılıksız vermediklerine göre yukarıdaki alternatiflerden biri veya ikisi gerçekleşmektedir. 2000'li yıllara kadar üretim ve tüketim arasındaki açık, devletin borçlanması ile karşılanmış, bu da topluma enflasyon olarak yansımıştır. 2000'li yıllarda ise devlet bütçe açığı politikasından vazgeçmiştir. Bu defa aynı açık önce özelleştirme ile (1 numaralı sonuç) daha sonra ise borçlanma (2 numaralı sonuç) ile karşılanmıştır.

1. sonuçta ülkenin birikimi karşı tarafa transfer ediliyordur ve serveti azalıyordur.
2. sonuçta ülkenin borçu artıyordur ve dolayısıyla ülkenin gelecekteki potansiyel serveti azalıyordur.

Bu durumda yapılacak iş belli: Üretim.

Çözüm basit ancak uygulamak maalesef zor. Bir şekilde Türk toplumu üretim yapmayı başaramıyor. Bunda birçok sebep vardır. Sistemin buna izin vermemesi veya zorlaştırması, girişimci ruhun bilgi ve eğitim ile desteklenmemesi ve son olarak Türk toplumunun sabırlı ve sistematik çalışmaya yatkın olmaması ilk akla gelenler.

Tüketim toplumu olmanın yansımalarına gelirsek, son yıllarda Türkiye'yi temsil eden yabancı kökenli sporcuların sayısında artış olduğunu görüyoruz. Aslında bunda herhangi bir problem yok. Bizi burada düşünmeye sevk etmesi gereken nokta, üst düzey sporcu yetiştiremiyor olmamızdır. Hangi millete ait olursa olsun, bir bireyin Türk eğitim/spor sisteminden geçerek sporcu olabilmesi asıl hedef olmalıdır.

Üretim sistemi gibi eğitim sistemi de bir fonksiyondur. Üretim sistemine giren hammaddelerin belirli nitelikler kazanmış ürünler olarak çıkması gibi, bireyler de eğitim (spor) sistemine girerler ve belirli nitelikler kazanmış olarak bu sistemden çıkarlar. Peki Türkiye'de neden sporcu yetişmiyor?

Makul iki cevap var:

1) Hammadde kaliteli değil. Türkiye'de yaşayan insanların spora yetenekleri yok, bu sebeple dışarıdan yetenekli insanları getirmek gerekiyor

2) Sistem iyi değil. Bireylere yeterli niteliği sağlayabilecek bir sistem inşa edilemedi.

Yaklaşık 80 milyon insanın bulunduğu bir ülkede bireylerin yeteneksizliği  pek dikkate alınacak bir iddia değil. Bu sebeple odaklanılması gereken nokta sistemin iyi kurgulanmamış olduğudur. Futbol milli takımına bakalım. İsimlerine baktığımızda hepsi Türk ancak Türkiye dışındaki ülkelerde futbol eğitimi almışlar. Dolayısıyla genlerde problem yok :).

Nobel Ödülü alan Prof. Dr. Aziz SANCAR'a bakalım. Kendisi burada yetişti, ancak eğer Amerika'ya gitmeyip Türkiye'de kalsaydı kendisine Nobel Ödülü kazandıran ekibi ve çalışma ortamını bulabilir miydi, emin değilim. Ya da Christiano Ronaldo, mevcut yeteneğiyle Türkiye'de doğsaydı ne olurdu? Avrupa'nın spor fabrikasına değil de Türkiye'nin spor fabrikasına girseydi çıkan sonuç ne olacaktı?

Yani yalnızca ürünleri değil, ihtiyacımız olan nitelikli insanları da üretemiyoruz ve bir tüketim toplumu olarak, yurtdışında yetişen sporcuları alıyoruz. Sürekli dışarıda çalışan bilim adamlarını ülkeye geri çağırıyoruz çünkü nitelikli insanlar orada üretiliyor. Tüketim toplumu karakterimiz her alanda kendisini gösteriyor.

9 Ağustos 2016 Salı

Enerjide İmkansız Üçleme


Ekonomide imkansız üçleme kavramı vardır. Aslında bu kavram ekonomi biliminin temelini oluşturan "fırsat maliyeti"nin bir örneğidir. Ekonomi bilimindeki imkansız üçleme, dışa açık bir ekonomide para otoritesinin üç farklı politikayı aynı anda hedefleyemeyeceğini veya kontrol edemeyeceğini anlatan bir ifadedir. Bu üç politika ise şunlardır:
1) Sabit döviz kuru
2) Serbest sermaye hareketleri
3) Bağımsız para politikası (faiz, enflasyon)

Aynı durum enerji politikalarında da geçerlidir. Yukarıdaki şekilde enerjinin imkansız üçlemesi görülmektedir. Şekle göre, ucuz enerjiyi, çevreyi en az etkileyecek şekilde ve kesintisiz enerjiyi aynı anda elde edemeyiz (En azından mevcut teknoloji ile).

Temiz Enerji (Rüzgar, güneş): Yenilenebilir enerji üçgenin üst köşesini temzil eder ve bize temiz enerji sağlar. Burada temiz enerjiden kasıt karbon salınımı gerçekleşmemesidir. Ancak doğayı kontrol etmeye çalıştığımızdan veya yalnızca doğanın bize sunduklarından faydalanabildiğimiz için maliyeti yüksektir. Ayrıca yine bu enerjinin kaynağı doğa olduğundan, güneş olduğu sürece, rüzgar estiği sürece ve yağmur yağdığı sürece enerji üretilebilir. Dolayısıyla enerji tedariğinde kesintiler ortaya çıkabilir. Dolayısıyla temiz enerji istiyorsak, enerji tedariğinde kesintiyi ve yüksek maliyeti göze almalıyız.

Ucuz Enerji: Her birey, şirket ve ülke enerjinin ucuz bir şekilde elde edilebilmesini ister ancak bu ucuzluğun da para dışında bazı alternatif maliyetleri vardır. Kömür ucuz bir enerji kaynağıdır ve kömür ile çalışan termik santrallerde elektrik üretimi insanların kontrolündedir. Dolayısıyla elektrik üretiminde kesinti olma ihtimali düşüktür. Bununla beraber kömür madenlerinin çevreye verdiği zararlar ve kömürün yakılması ile atmosfere karışan karbon çevre kirliliğine yol açmaktadır. Kömür madenlerine  ve termik santrallere yönelik çevresel düzenlemeler ise az veya çok enerji maliyetini arttıran unsurlardır.

Kesintisiz Enerji: Hiç kimse bu kadar hayatın içinde olan elektriğin kesilmesini istemez ve buna yönelik tekolojiler kullanır. Nükleer santraller, doğal gaz çevrim santralleri ve termik santraller kesintisiz enerji sağlayabilir ancak bu teknolojiler de diğer hedeflerden bir miktar sapılmasına sebep olabilir. Nükleer santraller yılın 330 günü çalışabilir ancak Türkiye örneğine gelirsek pahalıdır. Doğal gaz ise ithalat yapılabildiği sürece elektrik sağlayabilir (Doğal gaz yandığı zaman Karbonmonoksit değil Karbondioksit açığa çıkar) ve temiz enerji sınıfında sayılabilir.

Bu bilgilerden yola çıkılarak, tıpkı ekonomideki imkansız üçlemede olduğu gibi, enerjideki imkansız üçlemede de tek bir doğru yol yoktur. Her ülke kendisine uygun bir bileşim seçebilir veya bir çapa uygulayabilir.

Güneş enerjisi santralleri Türkiye'de yaklaşık yılın % 20'sinde elektrik üretebilir. Rüzgar santrallerinin kapasite faktörü ise % 30'dur. Doğal gaz çevrim santrallerinin kapasite faktörü % 80 civarındadır. Diğer termik santraller de yaklaşık bu kapasiteye sahiptir.

Bu durumda Türkiyenin enerji planlaması basitçe ve sözlü olarak şöyle olmalıdır:

Güneşin olduğu saatlerde güneş enerji santralleri ağırlıklı olarak çalışmalı ancak yine de yeterli değil. Yaz mevsiminde yüksek üretim olmasına rağmen kış aylarında düşük bir üretim olacaktır. Güneşin planlanması nispeten kolay çünkü güneşin doğduğu ve battığı saatler belli.

Rüzgar türbinlerinin yılın % 30'unda çalışmaktadır ama hangi % 30'unda? Özellikle Ege bölgesinde yaşayanlar ve tatile gidenler mutlaka gözlemlemişlerdir. 20 tane türbin varsa bunların yarısı döner, diğer yarısı ise dönmez. Rüzgarın hızı her zaman sabit değildir. Türbinler güneşin olduğu saatlerde elektrik üretip, tam güneşin battığı ve güneş enerjisi santrallerinin devreden çıktığı saatlerde durabilir. Elektrik anlık olarak üretilip tüketilen bir enerji olduğundan bu büyük bir problem yaratmaktadır.

Anlık kesintileri dengeleyebilmek için ise doğal gaz çevrim santralleri ve hidrolik santraller kullanılmaktadır. Bunların özelliği anında elektrik üretimi gerçekleştirebilmeleridir. Doğal gaz çevrim santrallerinde düğmeye basıldığı anda elektrik üretilmektedir. Hidrolik santrallerde ise türbinleri çevirecek olan suyun önündeki kapağın açılması yeterlidir.

Kömür de bir termik santral olmasına rağmen, kömür santrallerinin devreye girmesi birkaç saati bulabilir fakat elektrikte kimsenin birkaç saat bekleyecek zamanı yoktur. Nükleer santraller de bu sınıfta sayılabilir ancak farklı sebeplerle.

Mevcut veriler ile şu sonuca varabiliriz: Kömür ile çalışan termik santraller ve nükleer santraller sürekli çalışacak, rüzgar türbinleri ve güneş enerjisi santralleri doğa izin verdiği sürece elektrik üretecek, doğal gaz çevrim santralleri ve hidrolik santraller ise dalgalanmayı dengeleyecekler.

Teorik olarak doğru olsa da tabii ki bu kadar kolay değil. Uluslararası anlaşmalar, satınalma garantileri, mevcut kapasiteler, elektrik maliyeti ve iletim gibi kısıtlar bu bileşimden sapılmasına sebep olmaktadır.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...